havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

BARIŞI CESARETLE SAVUNMAK

1686
Sözü edilen barış sürecini, atılan adımları, yapılan görüşmeleri, sürecin merkezinde olanların niyetlerinden bağımsız olarak ve yalnızca somut durum ve somut veriler üzerinden değerlendirdiğimizde; barışın, ülkenin ve halkların çıkarına olduğunu ifade etmeliyiz.
Barışı savunanlar, barışa katkı sunanlar ve sunmak isteyenler bu sürecin demokrasi ile hayatın bütün alanlarında gerçek bir demokratikleşme ile sonuçlanmasını öngörüyor ve talep ediyor. Silahların susması, gömülmesi ve devamında eşitlikçi, özgürlükçü bir hukuk ve anayasal sisteme genişlemesi taleplerin merkezini oluşturmaktadır. Eğer somut verileri değil de yalnızca niyetleri irdeleyen bir anlayış kuşkusuz ki süreci olumsuz yönde etkileyecek; nesnelliği değil subjektivizmi egemen kılacaktır. Gelişmeler karşısında orta yerde edilgen bekleyip görelim tutumunda olanların politik ve pratik tavırlarını şimdilik bir yana bırakarak; barışa ve barış sürecine cepheden karşı çıkanların söylemlerine ilişkin birkaç söz söylemeliyiz.
Barış sürecinin tümüne ve barışı şu veya bu ölçüde savunanlara gözdağı verenler, tehdit edenler, vurmak kırmak, ölmek öldürmek salvoları ile geniş yığınları terörize etmeyi hedefleyenler, neredeyse pogrom çağrısı yapanlar kimseyi sindirip korkutamayacaklardır.
70’li yıllarda binlerce gencin, aydının, yurtseverin ölümünden sorumlu olanlar, Kemal Türkler’i, Bedrettin Cömert’i, Doğan Öz’ü ve diğer yurtseverleri katledenler; nasıl ki o gün bu ülkenin yurtseverlerini korkutup sindiremedilerse, bugün de bunu başaramazlar. Amerikan politikalarına yedeklenen, kontrgerillanın ve derin devletin maşası olanlar ancak ve ancak 12 Eylül cuntasının, darbecilerin amaçlarına hizmet ederek gaflet içerisinde olduklarını iş işten geçtikten sonra anladılarsa; bugün de ancak provokasyon merkezlerine hizmet edebilirler…
Ama biz diliyoruz ki; aynı çevrelerin bu tarihsel hataya ikinci kez düşmemeleridir. Barış görüşmelerinde hukukun dışına çıkıldığını ileri sürenler; vurmak ve öldürmek üzerine yaptıkları kendi çağrılarının hukukla hangi ölçüde örtüşüp örtüşmediğini bir kez ve yeniden düşünmelidirler. Bu ülkenin aydınları, yurtseverleri, emekçileri, barış savunucuları 70’li yıllarda nasıl ki korkutulup sindirilemedi ise bugün de korkutulup sindirilemeyeceklerdir. En az savaş çığırtkanları kadar inançla ve cesaret ile barışı savunmak ve gerçekleştirmek için kararlılıklarını ortaya koyacaklardır. Otuz yıllık çatışma, can kayıpları, bu ülkenin yaşadığı acılar hiç mi öğretici olmadı!... Bu savaş ve çatışmalardan kimler nemalandı!... Oturup bir düşünmek gerekmiyor mu!...
Hangi din, mezhep, inanç, ideoloji kardeş kanının akmasını ve ölümü kutsayabilir!... Evet biliyoruz; otuz yıllık çatışmanın toplumdaki yansımaları, bıraktığı izler, yarattığı düşmanlıklar, perçinleştirilmek istenen ayrımcılık kültürü bir çırpıda ve hemencecik hafızalardan silinmeyecek. Sabırlı, inatla, farklı olanların birbirine saygısı ve dokunması ile, hoşgörüyle zaman içerisinde hafifleyerek sönümlenebilecektir.
Kabuk bağlayan toplumsal yaraları deşmek, kanayan yaralar ve acılar üzerinden politikalar üreterek mevzilerini sağlamlaştırmak isteyenler; tarihe ve ülkenin geleceğine dair sorumlu olduklarını unutmamalıdırlar. Bölünme paranoyasını tetikleyerek, şoven duyguları namluya sürerek oluşturulmak istenen politik çizgi temiz kalamaz, kirlenmekten kurtulamaz. Bu ülke, halklar artık bu çatışmanın yükünü, kamburunu sırtından atmak ve prangalarından kurtulmak istiyor.
Sonuç olarak; savaş ve barış üzerinden yaratılan mevzilenme aynı zamanda kendi içinde farklılık gösterse bile, en genel anlamıyla iki ideolojinin, iki politikanın ve iki kültürün mücadelesine sahne oluyor. Önemli olan bugünden daha çok, bu ülkenin ve insanlığın geleceğinin barışla mı yoksa savaşla mı özgürleşeceği bilincinin halklarda karşılık bulması, maddi bir güce dönüşerek kazanacağı mevzilerin niteliği ile ilgili bir sorun olacaktır.