havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Barış ve Çevre

1768
Bu haftaki konumuza girmeden önce söze küçük bir açıklama ile başlayalım. Geçen hafta yazdığım; “Newroz Barışı Müjdeledi” başlıklı yazının başlığında ve içerisindeki “Newroz” sözcükleri, bir teknik hata sonucu “Nevruz” olarak yazılmıştır. Konuya ilişkin olarak beni uyaran okur arkadaşlarımın ilgisine ve dikkatine teşekkür ediyor ve bu küçük açıklama notunu sizlerle paylaşıyorum.
Buradan esas konumuza geçiş yapalım.
Geçtiğimiz hafta ilimizde çevre ile ilgili panel, toplantı ve çeşitli etkinlikler düzenlendi. Bu etkinliklere il merkezinde ve Evciler Köyünde kitlesel ve coşkulu katılımlar oldu. Öte yandan ülke genelinde adına barış süreci, çözüm süreci denilen sürece ilişkin açıklamalar, tartışmalar ilk sıralarda yer aldı. Evet; bu sürece ilişkin henüz her şeyin veya barış sürecinin tüm yönleri netleşmemiş olsa bile, biz bu gelişmeleri önyargısız bir iyimserlik ile ve hatta umutla izliyor, elimizden geldiği ölçüde desteklerimizi ifade ediyoruz.
İnsanın insanla, halkların halklarla, ulusların uluslarla, devletlerin devletlerle barış içerisinde, bir arada yaşamalarının bütün insanlığın ilerleyişi, refahı ve özgürlüğü açısından yaşamsal öneme sahip olduğunu biliyoruz ve söylüyoruz. Somut olarak, bölgemizdeki ve ülkemizdeki çatışmaların son bulmasını istedik ve istiyoruz. Bu genel tablonun yanına çevre bağlamında ve özellikle ilimizi yakından ilgilendirdiği için kısa bir not düşmeyi gerekli görüyoruz.
İnsanlık kendi tecrübeleri ile biliyor ki; bütün savaşlar ülkeler ve halklar açısından başka şeylerin yanı sıra çevreye, ekolojik sisteme, doğaya önemli tahribatlar yapan sonuçlar doğuruyor. Ancak çevre tahribatları yalnızca savaşlarla sınırlı değil; özellikle günümüzde çevreyi ve ekolojik sistemi tahrip eden başkaca girişimlerinde olduğunun görüyor, izliyoruz.
Bugün Çanakkale bölgesinde sıcak bir savaş ve çatışma yok. Ancak; başta Kaz Dağları olmak üzere yöremiz ciddi bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bir yandan altın arayıcıları Kaz Dağlarını tahrip ederken, öte yandan Termik Santraller ve Hidroelektrik Santrallerle yaşadığımız topraklar, suyumuz, havamız yakın ve yaşamsal bir tehlike ve tehdit ile karşı karşıya bulunuyor. Fazlaca uzatmadan diyoruz ki; yalnızca insanla insanın barışı ile yetinemeyiz, doğa ile çevre ile ekolojik sistem ile barışmak için de bir projeye, akıla, vicdana, iradeye ihtiyacımız var. Hadi bu barış sürecini bu ülkenin dağlarına, ovalarına, denizlerine; havasına, suyuna, toprağına ve tüm yaban hayatına doğru genişletelim. Bugünümüz için, geleceğimiz için, hayata olan borcumuz için bunu yapmamız gerekiyor. Bir avuç insanın para kazanması uğruna hayatı zehirlemek, toprağı kullanılamaz, suyu içilemez hale getirmek; tarihe karşı, insanlığın geleceğine karşı işlenebilecek en büyük suçlardan birisidir diye düşünüyoruz.
Yine geçtiğimiz haftanın gelişmelerinden birisi olarak, barış sürecine karşı eleştiriler ve eleştirel açıklamalar gündeme düştü.
Kuşkusuz ki yurttaşların her türlü düşüncelerini ifade etmeleri en temel haklarıdır. Ancak benim dikkatimi çeken şey; sanki Kürt sorununun çözüm sürecine girmiş olduğunun açıklanması, barış taleplerine yönelik sürdürülen çabalar özellikle bir kesim tarafından; “Türk olduğumuzu söyleyemez duruma geldik” denilerek başka bir argümanla sürece karşı oluşlarına temel bir destekmiş gibi gösteriliyor olmasıdır.
Ben bir Türk olarak, bir Karakalpak Türk’ü olarak; ne Türk olduğumdan ne de Kürtlerin dillerini, kimliklerini özgürce kullanıyor olmalarından, bu özelliklerinin anayasal güvence altına alınmasından rahatsızlık duyuyorum. Bu coğrafyada, bu ülkede yaşayan, Türk olmayan halkların, dillerin, kimliklerin kendilerini ifade etmeleri, kendilerini özgür hissetmeleri beni rahatsız etmiyor. Yine söylüyorum; benim Türk olmam ne onlardan aşağıda ne de yukarıda olmam anlamına gelmiyor. Farklılıkların eşit kılınması, farklılıklarını özgürce yaşamaları, farklılıklarının ve özgürlüklerinin hukuksal, anayasal, yasal güvenceye alınmaları beni ancak mutlu edebilir. Biliyorum ki farklılıklarla ne kadar hukuksal eşitlik sağlanırsa, hepimiz o kadar özgür oluruz. Eğer bir halk dilini kullanamıyorsa, kimliği yok sayılıyorsa, kendini özgür hissetmiyorsa; ben de kendimi mutlu ve özgür hissedemem. Türk olmayı bir üstünlük olarak görmek, ayrıcalıklı saymak ve bu coğrafyada yaşayan herkesi, farklı milliyetleri, halkları Türk saymak ve ya Türk olmaya zorlamak, bugüne değin yalnızca bu ülkede sorun üretmeye neden olmuştur.
Bu nedenledir ki; Kürt sorununun çözümü, barışın gerçekleştiriliyor olması yalnızca Kürtlerin özgürleşmesi anlamına gelmez, Türklerinde özgürleşmesi anlamına gelir. Şovenizmin; siyasi miyoplaştırması, üstünlük kompleksi, asimilasyoncu inkâr paradigmasi aşıldığı ölçüde bu ülke, bu coğrafya demokratikleşerek kardeşleşip birlikteliğini pekiştirebilecektir.
Kuşkusuz ki bu; yani çözüm ve barış süreci denilen süreç, halkların ve özellikle geniş emekçi kitlelerin sistemik diğer sorunlarını çözmeyecektir. Ancak; o sorunların çözümüne yeni olanaklar sunacak, var olan olanakları genişletecektir. Sistemin ürettiği diğer sorunların çözümünün önkoşullarından biriside; Kürt ve Türk emekçilerinin anayasal ve hukuksal eşitliğinin sağlanmasından geçecektir.
Sonuç olarak; vurup kırma çağrıları yapmadan, ölümü kutsayarak ölüm üzerine methiyeler dizmeden herkes, her çevre özgürce tartışabilmelidir. Kürtler, Türkler ve bu ülkede yaşayan herkes ama herkes, görüşünü özgürce ifade edebilmelidir. Kardeşlik bu tartışmalardan beslenecektir. Hakların gönüllü birlikteliği bu tartışmalar ile büyüyecektir. Barış; bu tartışmalardan güç alacaktır.
Evet; barış diyoruz, yalnızca insanın insanla değil, halkların halklarla değil, yaşadığımız toprak ile, su ile, hava ile de barışmak, helalleşmek görevini de unutmamalıyız.