ensarilyasoglu@gmail.com
Günlerdir bir "ayak" tartışmasıdır gidiyor!...
Orada mıdır, burada mıdır, sizde midir, bizde midir!? Aranan siyasi ayak olunca, daha doğrusu, Fethullah’ın siyasi ayağı olunca, biz onu bilmeyiz(!) ama, kazın ayağının öyle olmadığını biliriz...
Söyleyelim; Bilineni bilinmez, yaşanılanı yaşanılmaz, söyleneni söylenmez, yazılanı yazılmaz, yapılanı yapılmaz, verileni verilmez kılabilmek, gösterebilmek ve öyle olduğuna inandırabilmek için cümle ahaliyi, eldeki bütün olanakları, güçleri ve dahi ayakları bir seferberlik ruhu ile tekmili birden hizaya sokup, hücum borusunu çaldırıp hücuma geçirdiğinizde, o gizlemek istediğiniz ayak, birden bire sırra kadem basıverir/sırra kadem bastırıverirsiniz!... Sıfıra sıfır, elde var sıfır (mı!?)
Bir kere, burada yanlış bir kategorizasyon var! O ayak, “siyasi” olunca “ayak” olmaktan çıkar!... Eğer onu, ayağı, ayakların, ayakçıların, ayak takımının, ayak oyuncularının arasında ararsanız, ol-maz… Çünkü, siyasi olan başka yerlerde olur! Bilinir ki, siyaset bir “üst yapı” kurumu olarak tanımlanır. Siz “ayak” ararken yere bakarsınız, oysa siyasi olunca onu, diğer organların, organizmaların yanında, safında, içinde arayacaksınız, oralarda aramalısınız!...
Bir kez, dil bozulmaya görsün; küfür “muteber”, cehalet “meziyet”, hani borsası kurulsa cahil küfürbaz, talan yapacak hale gelirmiş!... Bunu da akıldan çıkarmadan dile sahip çıkmakta, saygıyı ve saygınlığı bir ilişki biçimi olarak yaşatmaya gayret etmekte yarar var…
Elbette ekonomik ayağı, bankacılık ayağını, öbür ayağı, ötedeki ayağı, biraz daha ötedeki ayağı arar gibi arayamazsınız!... “Ayak”, siyasi “ayak” olunca ve önünüze koyulan karışık adreslerden yanlış kapılar çalarsınız, yanlış adreslere yönlendirilirsiniz… Ne de olsa siyaset işi, akıl işidir, izan işidir ve hatta biraz da yüzsüzlük ve kurnazlık işidir… Çıkmaz sokaklarda kaybolur gidersiniz!...
Bakın, işi yokuşa sürmenin alemi yok! Gün gelip, ortalık aydınlanınca, akıl yerli yerine oturunca, bir zarfın üzerine “siyasi ayak” diye yazın, zarfın içine bildiğiniz şeyleri koyun, kapatıverin ağzını, tutuşturun postacının eline, eliyle koymuş gibi götürür adresine teslim eder!...
Oldu mu arkadaşlar!?
Bu ne “İŞ”!?
Mustafa Kemal Atatürk’ün, yüzde 28’lik İş Bankası hisselerinin hazineye devredilmesi söylemleri, yeniden gündeme getirildi… İktidar, daha önce de bu konuyu tartışmaya açmıştı, daha doğrusu bu konudaki niyetini açıklamıştı. Yorumları dinlediğimizde, İş Bankası meselesinin, ekonominin içine girdiği olumsuz koşullarla ilgili olduğu ve onun bir sonucu olarak ortaya atıldığı yönünde olduğu öne çıktı veya biz öyle anladık…
Bizim açımızdan İş Bankası konusu, Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılanların bir devamı niteliğindedir ve yalnızca içine düşülen ekonomik sorunlarla da ilgili ve sınırlı değildir… Konu, ekonomik sorunları da aşan, bir içerik ve özellik de taşımaktadır aynı zamanda!... Hatta diğer yönler, ekonomik olandan daha fazla ve daha ağırlıktadır! Belki şöyle de söylenebilir, görünen, söylenen ve öne çıkarılan, arka plan hedef ve düşüncelerinden daha küçüktür!... Mesele Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in değerlerini, miraslarını ve toplumsal psikolojiyi etkileme, tahrip etme ve bunu, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’le mücadelenin bir parçası olarak sürdürmeyi de içermektedir!...
Hilafetçi kafa ve hilafetçi kodlanma, tarihsel olarak bir ileri adım olan Cumhuriyetçilikten ve onunla birlikte ortaya çıkan laik, demokratik ve bağımsızlıkçı değerlerle ve onun kurucusu Mustafa Kemal’le hesaplaşmayı ve onu aşındırmayı asla unutmamış görünmektedir!...
Abdülhamit’in arka fonu süslediği kürsülerde nutuk atanlar, tarihle ilgili bir toplantıda ya da Abdülhamit döneminin anlatıldığı bir konferansta olmadıklarının farkına varamamış olmalılar ki, seslerinin hangi toplumsal psikolojinin yaratılmasına hizmet edeceğinin üzerinden atlamış olmalıdırlar…
Bakalım, İş Bankası üzerinden, bütün miras hukuku yok sayılarak, ötelenerek atılan adımları göğüsleme ve geri püskürtme konusunda, kendileri ve birleşebilecekleri güçleri hareketlendirmek için neleri gerçekleştirebileceklerdir!?
Bir kez daha yineleyelim, mesele sadece basit bir ekonomik alanla sınırlı görünmüyor… Bazen ne söylendiği, ne yapılmak istendiği, yapandan, söyleyenden, kısacası özneden bağımsız olarak değerlendirilemez, özne ile eylem arasında doğrudan bir belirleyen-belirlenen ilişkisi olduğu unutulmamalıdır!…
Halkımız buna “bir taşla, birkaç kuş birden vurmak” der…
Savaşın maliyeti…
Ben “savaş” dedim ama siz isterseniz müdahale, isterseniz başka bir tanımlama yapın! Genellikle bizde yapılan hesaplamalar, Suriyeli sığınmacılara harcanan para üzerinden öne çıkarılır…
Biz başka bir biçimde bu konuyla ilgili soruları gündeme taşıyalım… Suriye’ye müdahil olduğumuz günden bugüne, ülkemizin ödediği ekonomik, siyasi ve toplumsal maliyetlerin toplamını bir kez daha birlikte düşünelim…
Göreceğiz ki, ortalıkta dolaşan 40 milyar dolardan çok daha fazla, çok daha büyük, çok daha geniş ve geleceğe yönelik büyük bir fatura ödenmek üzere önümüzde durmaktadır…
Bu savaş, bu müdahale, haklı ve haksız savaşlar ölçütlerini kullandığımızda ve bu savaşları ortaya çıkaran politikalar dikkate alındığında Prusyalı General Carl Von Clausewitz’in perspektifi ile bir analiz yaptığımızda, bu bir haksız savaşlar kategorisinde yer alan bir savaş ya da müdahaledir ve maliyetlerini, faturalarını ülke olarak, emekçiler olarak ödemekten kurtulamayacağımız bir maliyet…
Umuyoruz, barışı hep birlikte ve en yakın sürede yaşarız… Bu ülkenin, bu halkın çocuklarının kanları daha fazla akıtılmaz…
Şimdi bakalım, eskinin “Üç Dünyacıları”; Avrasyacılık üzerinden AKP iktidarına, anti-emperyalist güzellemesi yakıştıranlar, şimdilerde çöken Avrasyacılık ve Rusya ilişkilerinin enkazını nasıl kaldıracaklar merakla bekliyoruz…