havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

DÖRDÜNCÜ KUVVET Mİ SAHİBİNİN SESİ Mİ!...

1426
               Bir yazının en zor cümlesi, ilk cümledir. Bazen gündeme, yazmak istediğiniz konuya neresinden başlayacağınızı bir türlü kestiremezsiniz. Bu yazıya başlarken de aynı zorlukları yaşadım. “ALO Fatih!” sözü ile mi başlayalım. Yoksa Başbakan’ın “yolsuzluk” ve “rüşvet” kavramlarına getirdiği yeni açılım ve tanımlamalarla mı başlayalım. İnternet yasası mı, oto-sansür mü; emniyet ve yargıda yapılan yer değiştirme ve atamalarla ilgili mi bir cümle kuralım, Başbakan’ın kendisine soru soran gazetecilere karşı gösterdiği şiddetli tepkileri mi ilk cümle olarak yazalım, şaşırdım doğrusu!...
Zira elimizde içinde her şeyin toparlandığı nur topu gibi, yusyuvarlak bir “ucube” duruyor!...
                En iyisi tümünü toparlayarak konuya girelim. Türkiye’de son iki ayda su yüzüne çıkan gelişmeler, ortalığa dökülüp saçılan rüşvet, yolsuzluk iddiaları, belgeleri, ses kayıtları; yasa değişiklikleri, yargıya müdahaleler; hukukun pervasızca çiğnenmesi; eğer bu ülkede değil de başka bir ülkede olsaydı, biz neler düşünürdük!? Bütün olup biten gelişmeleri demokrasiyle, demokratik hukuk devleti normları ile bağdaştırabilir miydik!? Hadi diyelim “diktatörlük heveslisi”, “tek adamlık” saplantısına kapılmış yürütmenin başında olan şahsiyet, bütün bu gelişmelerin içerisinden kendi mevzilerini, her şeyi göze alarak güçlendirme çabası içerisinde olabilir. Hukuku, yargıyı umursamıyor; kendisinin kimi kez doğrudan kimi kez dolaylı sorumlu olduğu tüm iddiaları bertaraf etme adına yoğun bir çabanın içerisinde olabilir. Tüm muhalif sesleri, sokak hareketlerini, yurttaş tepkilerini ve en önemlisi medyayı korkutmak, sindirmek ve nihayetinde susturmak istiyor olabilir. Peki, tüm dünyada yasama, yürütme ve yargı erkinden sonra dördüncü kuvvet olarak tanımlanan medyanın tuttuğu pozisyon omurgasız, şekilsiz ve onursuz (bu söz Fatih Altaylı’ya aittir) duruş, iktidarın emirlerine kölece boyun eğiş; kabul edilebilir mi!?
                Başbakan diyor ki; “ben tüm medya patronlarını ararım”, “hukukumuza dayanarak”… Bu nasıl bir hukuktur ki ilkeleri, çerçevesi anayasa tarafından belirlenmemiş olsun. Basın alanının varoluş ilkelerini yerlerde süründüren, halkın haber alma hakkını Başbakan’ın tek sözcüğü ile ihlal eden, kendilerinden istenen her şeye “emriniz olur” diyerek teslim olan böylesi ilkesiz, ahlaksız, onursuz bir tutum, bir medya kabul edilebilir mi!? Bu durum her şeyden daha tehlikeli değil mi!? Medyaya musallat olmuş bu yeni patron ve yönetici tipolojisi, içine düştükleri bu rezil durumu hangi menfaatin karşısında sineye çekiyorlar!... Ben bir yurttaş olarak, bir televizyon izleyicisi, bir gazete okuru olarak bunu merak ediyorum. Bu nasıl bir sürüngenlik kültürüdür ki; bugün azıcık onur ve haysiyet sahibi insanları şaşkına çevirebiliyor, hayretler içerisinde bırakabiliyor!...
                Bunlar, Hasan Tahsin’den hiç mi bir şey öğrenmediler. İfade özgürlüğü, halkın haber alma hakkı için hapisleri göze alan, işsiz kalmayı göze alan, gazeteciliğin onuru için direnenlerden hiç mi bir şey öğrenmediler!... Yaptığınız size her şey kazandırabilir; para, pul ama asla onur, haysiyet kazandırmaz!... Kazandığınız her maddi şey; adınızın kirlenmesi pahasına kazanılmış olacaktır!... Tarih sizi yazacak, bir gün halkın yüzüne bakamaz hale geleceksiniz, eğer bugün hala bakabiliyorsanız tabi!...
                Bu coğrafyadan, Anadolu’nun değerlerinden söz ediyorsunuz; bu coğrafya, Anadolu; öncesini bir yana bırakırsak; Şeyh Bedreddin’den Pir Sultan’a Pir Sultan’dan günümüze sayısız direnişlerin, başkaldırıların, bilgeliklerin, insanlığın onuru için direnenlerin destanları ile doludur. Ama biliyoruz ki; günümüzün medya patronlarının ve onların “hık” deyicisi genel yayın yönetmenleri, kimi köşe yazarları; Anadolu’nun Hasan Tahsin ile başlayan direnen gazetecilerden değil; özelleştirmelerden, devlet ihalelerinden beslenen, varlığını iktidarlara bağlamış, onuru ve haysiyeti iktidarın ve menfaatin ayakları altına sermiş tipolojilerdir.
                İki şey daha; hani şu “milletin … koyacağız ya” diyen alçak, herhalde milletin o küfürleri kendisine iade ettiğini yatağına girerken hissediyor olmalı. Eğer bugün bunu hissetmiyorsa; bilsin ki, bu millet o küfürün hesabını ondan soracak!...
                Şimdi, gelelim “ALO Fatihlere”… Hadi bakalım, en cevval muhabirlerinizi doldurun Rıza’nın uçağına, tutun Alamut Kalesinin yolunu, Hasan Sabbah’ın Sarayını, hatunlarını resmeyleyin ve bir Haşşaşi belgeseli hazırlayın!... Kim bilir, belki böylece eksiğinizi gediğinizi kapatır, iktidara bir seçim malzemesi sunmuş olur, bahşiş miktarınızı yükseltmiş olursunuz!...
                Nasılsa birçoğunuza temiz bir isimden meslek onuru ve haysiyetten daha çok, “sahibinin sesi” olmak daha çok yakışıyor!...