havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

H. Cibran, millilik ve Kazdağları!

Bu haftaki yazımıza, Lübnanlı felsefeci, yazar ve ressam Halil Cibran'ın kitaplarından birinde yer alan "Tilki" başlıklı yazısını paylaşarak başlamak istiyorum.

5421

  Cibran, gerçek bir doğu felsefecisidir ve müthiş akıcı bir dile ve orijinal metaforlarla konusunu anlatan bir yazı mimarisine sahiptir.

 

Tilki

Tilki sabahleyin erkenden yuvasından çıkmış, güneş ufuktan doğmuş ve tilkinin gölgesi alabildiğine uzayıp gidiyor… Gölgesine bakar ve şöyle der; “Bugün öğlen yemeğinde bir deveyi hak ediyorum!”

Sonra keyifle ve gururla yuvasına döner.

Öğlen vakti ve güneş tam tepede iken, yuvasından çıkar sağa sola bakınır gölgesi küçülmüş, küçülmüş, küçülmüş ve karnının altında ufalıvermiştir…

Yeniden gölgesine bakar ve; “Bir fare de yeter” der!...

 

                                                           Millilik

Ne zaman çelişkiler keskinleşip sorunlar büyümüşse, ülkeyi yöneten egemen siyasetler zor durumlara düşmüşse, kendi yarattıkları politik ve ekonomik uygulamalarının açmazında bir çıkış yolu arar duruma gelmişlerse, “millilik” edebiyatına, “Tam da milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bugünlerde” söylemlerini bir rüzgara, hatta bir fırtınaya dönüştürerek, tüm partileri, sendikaları, muhalifleri ve esas olarak işçileri, emekçileri, kırın ve şehrin yoksullarını yedeklemeye, onları parti politikalarına eklemlemeye özel bir çaba gösterirler… Ne de olsa “Millilik” dendiğinde akan sular durur!...

 

Karşı çıkan, egemen siyasetin “millilik” anlayışıyla örtüşmeyen, başka bir eksen üzerinden işçilerin, emekçilerin ve yoksulların gerçek çıkarlarını savunan bir yurtseverlik, hadi “millilik” diyelim anlayışını hainlikle özdeşleştirerek itibarsızlaştırmak için her türlü baskıyı ve propagandayı sürdürmekten geri durmazlar.

 

Şimdi, bu Suriye meselesinde önemli ölçüde muhalefet partileri, bu “Milliliğin” safında, askeri harekatı; ve bu harekatı belirleyen, politikalardan koparıp bağımsızlaştırarak ve sanki askerlerin kendi kararları ile gerçekleşmiş gibi tanımlayıp, tanımlanmasını da isteyerek, kendi varlık ve önceki söylemleri ile de çelişen bir tavır sergilemişlerdir…

 

Kısaca, politikayla harekatın bağlarını görmezden gelerek, hatta kopararak kendi politik tutumlarını, kitleler nezdinde ve hatta kendi parti tabanlarında bile oluşabilecek/oluşan tepkilere karşı anlatma yolunu seçmişlerdir…

 

Ancak görüldüğü gibi emperyalist merkezlerin politikaları, tehditleri, şantajları bir anda egemen siyasetin “millilik” söylemlerini geri püskürtmüş ve onların çizdiği hat üzerinden sonuçlar üretilmiştir. Ya da emperyalistlerin belirlediği planlar kabul edilmiştir.

 

Elbette biz bütün yandaş ve yanaşma medyanın durumu bir zafer gibi göstermesini anlayabiliyoruz. Elbette bu söylediklerimizin özü, bu harekata başından karşı olduğumuzun bir kez daha yenilenmesi ve tekrarlanması anlamındadır.

 

Ancak, bu “millilik” rüzgarını estiren çevrelerin, örneğin en yakından başladığımızda 31 Mart seçimlerinde ve dahası yenilenen İstanbul seçimlerindeki söylemlerini şöyle bir kısaca anımsayınız… Biz yalnızca “pontuslaştırma” ki sözün ve söylemin sahipleri bu ifadeyi bir hareket olarak kullanmışlardır… Bu anımsatma yeterli sanırım…

 

Bir de bu “millilik” söylemlerinin yarattığı rüzgarların, aşağıda sıradan yurttaşlar arasında nasıl sonuçlar verdiği ile ilgili bir örnekleme yapalım...

 

ÇOMÜ Hastanesinde yatan, 74 yaşındaki Kürt yurttaşın, hasta olan eşiyle anadilinde konuşmasına tahammül edemeyen ve 22 yaşındaki (ki yaşları gözetildiğinde bu bizim bütün toplumsal değerlerimizin çiğnenmesinin göstergesi olan bir çürüme ve ahlaksızlıktır) bir gencin soda şişesini yaşlı adamın kafasına vurmasının arka planında estirilen şoven milliyetçi rüzgarların olduğunu söylemek abartı değildir…

 

Tersi bir durum olsaydı, muhtemeldir ki ve bilinen, görünen örneklerin de ışığında söyleyebiliriz ki, bir linç kampanyasına ve cezalandırılmalara tanık olunabilirdi.

 

Varsın feda olsundu, eğilip bükülsündü hukuk, insan hakları, adalet “milliliğimizin” önünde!… Varsın Eren Erdem, Osman Kavala ve dahi Demirtaş kodeslere konsundu, ne gam, hatta Demirtaş davası, neredeyse Dreyfus davasını çağrıştırsındı, milliliğin önünde hiçbir önemi yok bunların!...

 

İşsizlikti, açlıktı, sefaletti, yoksulluktu, borçtu, harçtı, sözü mü olurdu milli galeyanın önünde/yanında! Varsın halkın iradesi görmezden gelinip, kayyımlar atansındı Mardin, Diyarbakır ve ve belediye başkanlıklarına!... Sözü mü olurdu, milli rüzgarların önünde/yanında …

 

Yalnız efendiler küçük bir sorun var. Kapitalist ülkelerin toplumları, homojen değildir. Farklı sınıflar, etnik gruplar ve ve tabakalardan oluşur. Egemenlerle emekçilerin çıkarları, milli duyguları çok çok özel, tarihsel, siyasal koşullar bir araya gelmediği sürece asla aynı potada birleşmez/birleşemez. Bu iradi bir mesele değil, nesnel bir durumdur.

 

Millik galeyanınız emperyalizmin duvarına çarpınca birden bire sesiniz soluğunuz kesiliverdi nedense!?...  Bu da emperyalizme bağımlı olanların varlığını O Dünyaya bağlayanların, kaçınılmaz, trajik ve hazin sonudur…

 

Sonuç olarak “millilik” ve egemen siyasetin ürettiği “vatanseverlik” anlayışları, başı sıkışan, açmazlara ve çıkmazlara düşen iktidarların, sığındığı, sığınacağı son liman olagelmiştir… Tarihi bilenler bunun sayısız örneklerini görebilirler.

 

                                                           VE KAZDAĞLARI

 

Kazdağları mücadelesinde; bu coğrafyanın tarumar edilmesine, yağmalanmasına karşı bugüne değin sürdürülen mücadele; işletme ruhsatının yenilenmemesine ve şirketini hedeflerini bir yıl ertelemesine ve geri çekilmesine, geri adım atılmasına yol açan sonuçlar doğurmuştur. Bu mücadelenin, yani irili ufaklı çeşitlenmiş yaygınlaşmış ne var ne yoksa, ne söylenmişse, ne yazılıp çizilmişse, yani piyona çalanların, resim yapanların, yumruğunu sıkıp haykıranların, haber üretenlerin, çadır kuranların, şarkı söyleyenlerin, Kazdağları’na gönül verenlerin, gezi düzenleyenlerin, tümünün yarattığı gücün, verdikleri mücadelenin, ortaklaştırılmış direnişin bir sonucu ve kazanımıdır.

 

ANCAK, biz şirketin bütünüyle, bu coğrafyayı terk etmesinin öyle kolay olabileceği düşüncesinde değiliz…

 

Çünkü; Atasözü-Anaöğüdü der ki “Su uyur düşman uyumaz…” Biz uyumayacağız, uyanık olacağız, o emperyalist Alamos Gold’un yeni manevralar ve oyunlar üretebileceği ihtimalini hesap dışı tutmayacağız. Rehavete kapılmamalıyız, gözümüz Kazdağları’nda, kulağımız şirketin tıkırtılarında olacak!

 

Haa bir de ey milliciler!

Bu koskoca Troia coğrafyası, Kazdağları, milli sınırlar, milli değerler içerisinde değil mi!? Hadi milli duygularınızı, milliyetçi duygularınızı bir kez de Kazdağları’nın kurtulması için harekete geçirin, ne dersiniz!?...