havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

KAÇIŞ NEREYE KADAR!...

1666
               Türkiye; 19 ve 20 Mart gecesi en “uç” ve hatta hukuk normları açısından bakarsak en “uçuk” noktalara ulaşmış iki olaya tanıklık etti. Birinci olay; dört bakan hakkında TBMM’ye ulaşan fezlekelerin görüşülmesi öncesinde yaşandı. Benim hukuk normları açısından “uç”, “uçuk” diye tanımladığım şey; görüşmeler esnasında ve sonrasında ortaya çıkan duruma ilişkin değil. Benim tanımlamam mecliste oturumun açılması için yeter sayıya ulaşılıp ulaşılamadığının anlaşılmasına yönelik yapılan oylama esnasında AKP Milletvekillerinin kuliste beklemelerine ilişkindir. Nedenini söylemeliyim; hatta birlikte düşünelim; dört bakan ile ilgili yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama vs. gibi konulara yönelik bir oturum yapılacak ve AKP Milletvekilleri oturumun yapılmaması, yeter sayıya ulaşılmaması için kulislerde bekliyorlar. Neyi gizlemek için!? Neyin üzerini örtbas etmek için!? Neyi halkın gözünden saklamak için; yolsuzluk, hırsızlık, kara para aklama, rüşvet; fezleke buna yönelik, iddialar böyle!...
                Şimdi hukuk, akıl, vicdan, ahlak; tam tersine bu iddiaların açığa çıkmasını en azından eğer ortada haksız, isnatsız bir iddia varsa bunların açığa çıkması ve bakanların aklanması yönünde bir tutum takınmak değil midir? Ama herhalde AKP Milletvekilleri de fezlekenin ortaya koyduğu iddiaların doğruluğuna öylesine inanmışlar ki; en azından şimdilik zevahiri kurtarmak, vaziyeti toparlamak hatta mümkünse konuyu unutturmak için böylesine “uçuk” (bulabildiğim en hafif deyim bu) bir gayretkeşliğin içerisine giriyorlar. Eğer iddialar doğruysa, bu tutum; hırsızlığa yataklık, yolsuzluğa, ahlaksızlığa ortaklık; iddialar yanlışsa dört bakana vefasızlık!... Ancak burada çoğunluk eliyle, çoğunluk oylarıyla bir anayasal mekanizmanın işlevsizleştirilmesi diye özetlenebilecek hukuksuzluk tanımlaması yapılabilir.
                İkinci “uçuk” olay; twitter’a erişimin engellenmesi. Bu yasaklamayı önce mahkeme kararına dayandırıldığı iddiaları ile piyasaya sürdüler; ancak Cuma günü sabah saatlerinde anlaşıldı ki böylesine toptan bir engellemeye yönelik mahkeme kararı değildir. TİB’in keyfi, zırva, uçuk, durumdan vazife çıkaran bir uygulaması olduğu anlaşıldı. Şimdi bu ülkeyi yönetenler, bir şeyden fena halde korkuyorlar. Yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama, haksız kazanç iddialarına muhatap olan Başbakan, dört Bakan, onların oğulları ve yakınları ve bir grup iş adamı ile ilgili iddiaların araştırılmasını, şeffaf bir şekilde tartışılmasını ne pahasına olursa olsun engellemek, görüntü böyle!... Başbakan’ın oğlunun evinde olduğu ve oradan taşındığı iddia olunan bir milyar dolara yakın para, Bakan çocuklarının evinde çıkan paralar, ayakkabı kutusundan saçılıp dökülen dolarlar, kasalar, satın alınan villalar, konaklar gibi iddialar ve bunlara yönelik belge ve bilgileri, medya ve sosyal medya üzerinden halka ulaşmasının bir biçimde engellenmesi!... Ve dahası 25 Mart’ta yayınlanacağı söylenen videokasetlerinin şimdiden yarattığını sandığımız sendromun beklide korkunun etkisiyle yasaklamalar, engellemeler, medya çarpıtmaları sahneleniyor. Bilemiyoruz, biz duyduklarımızın yalancısıyız.
                Ama gelin şimdi daha genel anlamda bir toparlama yapmaya çalışalım. Eğer iddiaların en az yarısı bile doğruysa vaziyet şunu gösteriyor; hükümet içerisinde bir azınlık yani Başbakan ve dört, beş Bakan; devlet olanaklarını kullanarak kendilerine ve yakınlarına haksız, şaibeli ve izah edilemeyen bir servet edinmişler. Şimdi, haklarındaki iddiaları hukuk önünde, yargı önünde cevaplamak yerine, aklanmak yerine iddiaları ileri sürenleri, belge açıklayanları, sokağa çıkıp durumu protesto edenleri devletin gücünü kullanarak bastırma yolunu seçiyor. Kuralları değiştiriyor, yasaları değiştiriyor, mevzuatlarla oynuyor, medyayı susturuyor; sokağa çıkanları üzerine güvenlik güçlerini sürüyor, ortalığı toza dumana boğarak, gürültü patırtı çıkararak iddiaları unutturmak, vaziyeti toparlamak yolunu seçiyor.
                Paralel devlet/Paralel yapı diye bir düşman, bir hedef işaretliyor ve kötülük adına ortaya çıkan her şeyi “ben yapmadım, o yaptı” diyerek sorumluluktan ve hakkındaki tüm iddialardan sıyrılmak istiyor. Bu da yetmiyor; 14 yaşındaki Berkin Elvan’ı terörist ilan ediyor; onun katledilmesine meşruiyet arama akıl dışılığını sergilemekten geri durmuyor, herkese bağırıp çağırıyor, bugüne değin hiçbir Başbakanın ağzından duymadığımız siyasi küfürleri, hakaretleri önüne gelene yağdırıp duruyor.
                Aslında bugün öne çıkarılması gereken, izlenmesi gereken yol; hukukun yoludur, siyasetin değil!... Demokratik ülkelerde hani bir zamanlar Başbakan ve yedeğindeki bütün güçlerin ağızlarına pelesenk ettikleri “ileri demokrasi”, “AB standartları” diye uğruna methiyeler dizdikleri ülkelerde siyasetle hukuk arasında ilkesel düzeyde sürekli, pratik düzeyde genel olarak bir uygunluk görülür. Şimdi bizde ise hukukun gereği değil siyasetin gereği yerine getirilmek isteniyor. Burada temel nokta hangi siyaset sorusudur. Bugün Başbakan ve çevresindeki azınlığın uyguladığı siyaset ülkenin değil, bir sınıfın bütününün değil, bir kesimin değil, AKP genelinin değil; yalnızca Başbakan ve onun çevresindeki küçük bir azınlığın, bir oligarşik yapının çıkarına olan bir siyasettir. Bu küçük oligarşik azınlığın çıkarı üzerinden şekillendirilmek ve hayata geçirilmek istenen siyasetin; Türkiye’nin iç dinamikleri, uluslararası ilişki ve dengeler göz önünde alındığında sürdürülebilirliği yoktur, rasyonalitesi hiç yoktur. Yalnızca bu siyaseti hayata geçirmek isteyenlerin gelecekte vermeleri kaçınılmaz olan hesabı büyütmekten başka bir anlam taşımaz. Belki bugünü atlatabilirler, belki yarını kurtarabilirler ama öbür günü asla!...
                Sonuç olarak; 30 Mart seçimleri ilk işaret fişeğinin yakılması gereken gündür. Ama yeterli değil; sonrasında ve süreklileşen ve kalıcılaşan ve derinleşen sistemli bir teşhir, örgütlenme ve mücadele hattı üzerinden bugün tartışılmasına bile yeterince olanak bulunamayan iddiaların yani yolsuzlukların, rüşvetin, haksız kazançların kesin hesabının sorulması için adımların atılacağı güne hazır olmak!... Yarın hesap sormayandan da hesap sormak, geçmişe sünger çekelim diyenlerden de hesap sormak; halkın emeğini, alın terini
 yağmalayanların çaldıkları her kuruşun hesabını sormak!... Bu perspektifi gözetmeyen hiçbir politik güç, siyasi akım; bu ülkede gerçek bir demokrasi için mücadele ettiğini söyleyemez!...