havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

KÜFRÜN VE İFTİRANIN SON HALKASI

Abdullah diye bir adam; akademisyen olduğu, ilahiyatçı olduğu söylenen bir zevat, 1924 yılında Çanakkale ve Bursa?da bazı camilerin genelev olarak kullanıldığını söylemiş.

8280

 Söyleminin belgelere dayandığını da ifade etmiş. Tıpkı Gezi Direnişi sırasında, “Camide içki içildi” söyleminin, Kabataş’ta “Türbanlı bacımız taciz edildi, görüntüleri var” sözünün gerçek olduğu(!) kadar gerçek ve belgeli, bay Abdullah’ın söylemi(!)

 

Daha dolaysız söyleyelim, Abdullah, açıkça bir küfür kadar anlamlı, iftira kadar gerçek(!) bir zırvayı söyleme pervasızlığını gösteriyor. Peki neden? Buna sonra değineceğiz.

 

Biraz başa dönelim, biliyorsunuz Gezi Direnişi esnasında  “camide içki içildi” iddialarını, söz konusu caminin imamı; “Ben yalan söyleyemem, camide içki içilmedi.” diyerek daha önceki yalanların biriktiği çöplüğe atıvermişti. “Kabataş’ta türbanlı bacımıza taciz” fos çıkmıştı. Abdullah’ın sözüne geçmeden önce, ÇOMÜ yönetiminin ilk açıklamasına bir miktar değinelim, bu küfür ve iftira “ifade özgürlüğü” olarak değerlendirilmişti.

 

Birincisi; bir üniversite yönetimi üniversitelilik bilinci ve paradigması; bu gerçek dışı küfür ve iftirayı ifade özgürlüğü olarak değerlendiriyorsa, bu durum kentimiz ve Türkiye açısından ve yine ifade özgürlüğü kavramının değeri ve anlamı açısından büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Ve ÇOMÜ adına bu durum, hayıflanılacak ve üzüntü duyulacak bir yetersizliğe denk düşmektedir.

 

İkincisi; Yok, hayır! Sözün sahibini, yani Abdullah’ı savunmak, koruyup kollamak adına ifade özgürlüğünü bir kalkan olarak kullanmayı hedefliyorsa, bu birinciden daha tehlikeli ve açıkça laik cumhuriyet düşmanlığına destek verme anlamına gelir.

 

Peki Abdullah neden böyle bir açıklama yapmış olabilir? Kaynak gösterdiği Sebilürreşad dergisinde ise bu iftirayı ve küfürü doğrulayacak hiçbir haber yok. Eğer olsaydı, emin olun şimdiye sinevizyonlarda, meclis grup toplantılarında bile çarşaf çarşaf teşhir edilirdi. Birincisi genel olarak, bay Abdullah, laik cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığını, bilinen en eski silahı kullanarak ve kutsal değerleri alet ederek, istismar etmiş ve yeniden üretme çabasına girişmiştir.

 

Ancak yalanı, küfürü, istismarcılığı, kısa sürede açığa çıkmış ve suçüstü yakalanmıştır.

 

Bilinir ki Türkiye’de laik cumhuriyet düşmanı bir damar mevcuttur. Menemen’de Kubilay’ı katleden derviş Mehmet’ten, Maraş’ta “Camilere bomba atıldı” diye kenti kana bulayanlardan, Madımak’ı yakanlardan, “Keşke Yunan kazansaydı” pervasızlığını gösteren Kadir Mısıroğlu’ndan Abdullah’a uzanan laik cumhuriyet düşmanı ve karşıtı olan bir damardır bu.

 

Bu durum basit bir tarih cehaleti ile izah edilemez. Abdullah’ın ilahiyatçılığına gelince; ilahi olanla ilgilenmek, felsefi anlamıyla adaletli olmayı, Tanrıya yakışır bir ahlak ile konuşmayı, iftira etmemeyi, küfürbaz olmamayı gerekli kılar. Abdullah’ın açıklamaları aynı zamanda, gerçek ilahiyata ve ilahiyatçılara da zarar veren, onları zedeleyen bir anlamı da içermektedir.

 

Abdullah, egemen siyasetin rüzgarından etkilenerek, kendi yeteneklerinin(!) ve bilgisinin(!) farkında olarak, “hak edilmiş” bir makama- “hak ederek” gelemeyeceği düşüncesi ile, “bahşedilmiş”-“bahşedilen” bir makamı elde etmek ve “iltifata mazhar olmak” için kendisinden önceki, laik Cumhuriyet düşmanı, Mustafa Kemal düşmanı, eleştirme yeteneğinden yoksunların küfür ve iftira kervanına eklemlenmeyi hedeflemiş ve buradan bir ikbal, bir gelecek, bir mevki elde etme açgözlülüğüne soyunmuştur aynı zamanda.

 

Kuşkusuz ki akademisyenden, gerçek bir akademisyenden, bir aydından beklenen, toplumu ilerletecek, aydınlatacak eleştiridir. Sorun, eleştiri sorunu değildir. Tüm siyasal sistemler eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Ama biliyoruz ki eleştiri, aydınların ve gerçek akademisyenlerin bir davranış, ifade, eylem biçimidir. Ne yazık ki, daha doğrusu ÇOMÜ adına ne yazık ki, Abdullah Akın, eleştiri yapamayacak, yapma birikiminden ve kendi branşı olan bir ilahiyatçı gibi davranma erdeminden bile yoksun, iftira ve küfürden medet umacak bir aczin ve cehaletin temsilcisi olarak, Çanakkale’nin hafızasına yazılacaktır.

 

“Lozan’ın gizli maddesi hilafetin kaldırılmasıdır” iddiası ise, duyduğunu anlayamamanın, egemen siyaset yardakçılığının bile düzeyine ulaşamayan, pespaye bir zavallılık çizgisini aşamadığı için ayrıca değerlendirmeyi hak edecek bir kıymeti harbiyesi olmayan zırvadır…

 

Söz, özdür. Söz niteliğin, bilginin, erdemin dışavurumudur ve bay Abdullah’ın değeri de sözünden bir gram fazla değildir. Hepsi o kadar!...