ensarilyasoglu@gmail.com
Geçtiğimiz hafta, Kazdağları'ndaki direniş çadırlarında nöbet tutanlara, bir tebligat yapıldığı haberi basına düştü...
İnsanın aklına; herhalde ruhsatı yenilenmeyen Kazdağları tahribatçısı, orman kıyıcısı, siyanürcü, emperyalist Alamos Gold şirketi, tasını tarağını, aletini edevatını toplayıp, dağlarımızı terk etmiş diye düşünesi gelmedi değil!... Tabi böyle olunca da direniş çadırlarına gerek kalmadı, kalmamış olmalı!...
Ancak anlaşıldı ki kazın ayağı hiç de öyle değilmiş!... Siyanürcü Alamos Gold, ruhsatı yenilenmemiş olmasına rağmen, yaptığı onca hukuksuz ağaç kıyımına rağmen, babasının çiftliğinde oturmuşçasına Kazdağları’nda yan gelip yatıyor ve fırsat kolluyor!... Hal ve koşullar böyleyken, tebligat direniş çadırlarına yapılıyor ve “çadırların sökülmesi ve nöbetin sona erdirilmesi” tebliğ ediliyor…
Allah Allah, hani “kurt çenli havayı sever” diye bir söz var ya… Corona günlerini fırsat bilenler, Kazdağları savunucularının uyuduğunu sananlar, eve kapanılmış olmasını fırsata çevirmek isteyenler; düşünceleri ne olursa olsun, sanki, siyanürcü şirketin elini rahatlatmak, önünü açmak için çadırların sökülmesine hükmediyorlar!...
Yok öyle yağma! Sakın kimse, Anayasal haklarını kullanan, doğasına sahip çıkan, dahası, Ulusal Egemenlik Bayramı’nın kutlandığı bugünlerde, yurtseverlik duygularıyla, anti-emperyalist düşüncelerle, toprağına ve ülkesine sahip çıkmanın meşru bir hak olduğu gerçeğinin ihlal edilmesine elbette sessiz kalınacağını sanmasın-sanılmasın!...
Ve öyle de oldu… Kazdağları ve direniş çadırları yalnız değildir… Tüm yurtseverlerin gözü ve kulağı, Kazdağları ve direniş çadırlarının üzerindedir ve onlar yalnız bırakılmayacak. Taa ki, siyanürcü Alamos Gold şirketi Kazdağları’nı terk edinceye kadar!
Corona sonra vaazları…
Kimis siyasi analist ve TV yorumcusu; corona sonrası günlerde, otoriter yönetimlerin egemenlik kuracağını ve egemenliklerini pekiştireceklerini vaazediyor… Sanki, emekçileri, halkları, otoriter rejimlere boyun eğmeye razı etmek için ve otoriterleşmeyi bir kadermiş gibi göstermek için ortam yaratmaya, iklim oluşturmaya gayret ediyor… Niyetleri ne olursa olsun, hangi kaygılar ve düşüncelerle bu analizleri yapıyor olurlarsa olsunlar, önerilerin doğuracağı sonuç, bu algıyı pekiştirmeye, yerleştirmeye, yönelik olmaktan başka bir sonuca hizmet etmez…
Evet, ortaya çıkan ve hayatın her alanını kapsayan krizin sonuçlarını, başka bir ifadeyle faturasını, emekçi halklara ödetmeyi düşünen merkezlerin olacağı kesindir!... Ancak, otoriter rejimler kader değildir ve dahası, o merkezlerin, ki bunlar tekelci emperyalist sermaye merkezleridir ve onun mevcut iktidarlarıdır, onların her istekleri, her düşünceleri, birebir karşılığını bulacak olan istekler değildir ve bu merkezler asla “kadir-i mutlak” değillerdir…
Her şeyi belirleyecek olan, emekçi halkların mücadelesi olacaktır. Sınıflar arasındaki güç ilişkileri olacaktır. Emekçi halklar, bu tekelci sermaye masallarına ve onun iktidarlarının sözcülerine kanmamalıdır ve kanmayacaktır… Haklarına, özgürlüklerine sahip çıkmalıdırlar ve çıkacaklardır… Talep; iş, ekmek ve özgürlük talebi olmalıdır ve bilinmelidir ki; demokratik hakların ve özgürlüklerin kısıtlanıp küçüldüğü her yerde ve her koşulda ekmekler de küçülecek, sömürü ve hak gaspları yoğunlaşacaktır…
Şimdiden, kimi ülkelerde bunun hazırlıkları göze çarpmaktadır ve gözlemlediğimizde, tam da “siyasi gericiliğin yoğunlaşmış ifadesi olarak” adımların atıldığını, söylemlerin yoğunlaştığını görmekte ve buna tanıklık etmekteyiz…
Halklar bunu kabul edemez!... Halkçı, demokratik, bütün olup bitenin ve bütün yaşananların faturasını, tekelci sermayeye ve onun siyasi iktidarlarına ödetmek için, işine, aşına, ekmeğine ve özgürlüğüne sahip çıkmak, elindeki en küçük demokratik mevziiyi sonuna kadar koruyup geliştirmek ve daha sağlıklı bir dünyada, özgürlükleri yaşanabilir kılacak olan bir programın etrafında, köklü değişimler için mücadele etmenin tek çıkış yolu olduğu bilinci ve sorumluluğuyla meselelere bakmaktan başka bir çözüm yolu yoktur ve görünmüyor…
Bu bölümü Bigalı Profesör Bahri Savcı’nın bir sözüyle noktalayalım; “Demokrasi dışı girişimlere ve demokrasiyi yok etmek isteyenlere karşı her türlü mücadele, demokratik haklar için atılacak her adım, her koşulda demokratik ve meşrudur…”
100 yıl önce, 100 yıl sonra…
100 yıl önce, 19 Mayıs’ta Samsun’dan gelip, yaklaşık 11 ay sonra, 23 Nisan 1920’de, Ankara’da, Birinci Meclisi kuran iradeyle ve o günün koşulları ile ulusal kurtuluşçu ve anti emperyalist duyguların yön verdiği perspektifler ile 100 yıl sonranın TBMM’sinin içinde bulunduğu koşullar, hedefler ve perspektifler farklıdır… 100 yıl önce, Kurtuluş Savaşı veren, ulusal bağımsızlıkçı ve yurtsever damar, cumhuriyetçi çizgi ve 100 yılın yarattığı birikim ve kültür ile yine 100 yıl öncenin hilafetçi, saltanatçı damarı ve keşke yunan kazansaydı diyen kültür ve ideoloji, öyle anlaşılıyor ki, 100 yıl sonranın politik-pratik davranışlarında kendini açığa çıkarmaktan geri durmamışlardır…
Elbette Cumhuriyet, demokrasi ile demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlarını genişletme ile derinleşip taçlanamamıştır… Ve elbette, ve biliniyor ki, Cumhuriyet, her koşulda, hilafet ve saltanat rejimlerinden, tarihsel olarak daha ileri bir adımdır… Bu ileri adımın altı çizilirken, onun halkçı, demokratik niteliklerle donatılması talebi, asgari bir talep olarak savunulmalıdır. Ancak, bugün kapitalist-emperyalist sistemin egemenliği ve ona bağlanmış siyasi gerici iktidarlarının; siyasi gericiliği yoğunlaştırma çabalarının önünü kesecek olan, halkçı demokrasilerin-halk demokrasilerinin önünü açacak olan, onu gerçekleştirecek olan, emekçi yığınların örgütlü, yığınsal, birleşik mücadeleleri olacaktır…
Çocukların, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramlarını tebrik ediyoruz, onlara yaşadıkları dünyaya dair çok yönlü, çok çeşitli sorular sorma yeteneği ve merak duygularını büyütüp geliştirecek, derinleştirecek zihin açıklığı ve perspektifler diliyoruz…
Son söz, 100 yıl sonrasında da; her şeyin aslına rücu ettiğine tanıklık etmiş olduğumuzu söylemeliyiz…