DOLAR 32.3413 %0.11
EURO 35.1231 %-0.16
G.ALTIN 2239.8608 %-0.16
BITCOIN 62623.3502 %-7.03
ETHERIUM 3202.2722 %-8.68
havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Lütuf değil hak!...

Toplumların kendi tarihsel ilerleyişi içerisinde ve onun belirli bir aşamasında yöneten-yönetilen olarak bölünmesi özellikle bu bölünmenin bir hukuka ve onun pratik ifadelerinden ve sonuçlarından birisi olarak bir anayasaya göre şekillenmiş olmasından günümüze bu ilişki ve yine ve özellikle yönetenlerin niyetinden bağımsız olarak kurallara bağlanmış ve evrensel bir nitelik kazanmış normlar olarak genel kabul görmüştür.

6892

 

 

 

Şimdi bu uzun cümleyi okurun sıkılmasını göze alarak yazmak zorunda kaldım. Nedenini biliyorsunuz!... AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşüne hükümetin incelik gösterdiğini ve bir lütuf olarak gerçekleştirilebildiğini ifade etti. Yani, eğer hükümet “incelik” göstermese, “lütuf” etmese bu yürüyüş yapılamaz!… 

 

Yine uzun cümlemizin ekseninden devam edelim. Yöneten-yönetilen ilişkilerini bir hukuka ve anayasaya göre şekillenmiş olması bu ilişkilerin özünde ve aslında demokratik bir ilişki olarak şekillenmesinin genel mantığını sunmakta ve ilişkinin niteliğinin nasıl olması gerektiğini belirlemektedir… Çünkü, ilişki iki yönlüdür… Nasıl ki, yönetenlerin yönetici sıfatı kazanması, yönetilenlerin onayı (genel oy) ile gerçekleşiyorsa ve bu ilişkinin karakterinin demokratik olması üzerinden belirli bir dönem ve süre için yöneticiler belirleniyorsa, kendisini yönetici konumuna yükselten ve hatta görevlendiren, yönetilenlere karşı hükümet edenlerin tavrı-yönetici erkin tavrı aynı mantığın ve aynı ilişkinin bir sonucu olarak demokratik olmak zorundadır.

 

Ve yine bu ilişki bir iyi niyet-kötü niyet ilişkisi değil, hukuku belirlenmiş, anayasalara yazılmış bir hak ve özgürlük olarak ortaya çıkar, değer bulur… Hukuku belirlenmiş ve anayasal güvencelere kavuşmuş hiçbir hak, hükümetlerin-yönetici erkin lütfuna bağlı ve bağımlı olarak ele alınamaz, kısıtlanamaz, yasaklanamaz ya da lütufa bağlanamaz…

 

Nedeni çok açık; hükümetlerin ve yönetici erkin meşruiyeti-meşruiyetinin sürekliliği ve meşruiyetinin demokratik olma niteliği, yönetilenlerin anayasalardan ve evrensel hukuktan kaynaklanan hak ve özgürlüklerine gösterdiği saygının niteliği ve niceliği ile ilgilidir. Eğer, hükümetler yönetilenlerin hak ve özgürlüklerini, kendi lütuflarıymış gibi kavrıyor ve izah ediyorlarsa, bu durum hükümetlerin ve yönetenlerin sadece kendi meşruiyetleri zayıflatan, aşındıran, yönetimin demokratikliğini tartışmalı hale getiren bir sonuç doğurur… Daha da sadeleştirerek söylersek, hak ve özgürlükleri tartışan hükümetler, aslında kendi meşruiyetlerini tartışmaya açmış olurlar…

 

Elbette bu söylediğimiz, özellikle nitelikler, en asgari ölçüde, yazılı bir anayasası olan ve seçimle işbaşına gelen yönetimler içindir. Eğer bu haklar yasaklanıyorsa, kısıtlanıyorsa, sıkıyönetimler, OHAL’lerle iyice kullanılamaz hale getiriliyorsa, o ülkede demokratik bir iktidardan, seçimle işbaşına gelmiş olsa bile, demokratik meşruiyete sahip bir yönetimden söz etmeyi, giderek ve daha çok tartışmalı hale getirir…

 

Kalkış noktamızı bu genel ve demokratik çerçeve içerisinde oturttuğumuzda; Kılıçdaroğlu’nun başlattığı İstanbul yürüyüşü, ne hükümetin inceliğinin ve de gösterdiği lütufun bir sonucu değil, bir anayasa hakkın ve özgürlüğün kullanılmasıdır… Anayasanın 138’inci maddesini Demokles’in kılıcı gibi sallayanlar, daha dün kadar yakın bir zaman önce, Anayasa Mahkemesi kararına “uymuyorum saygı da duymuyorum” diyenledir..

 

“Hafızayı Beşer nisyan ile maluldür” sözü her zaman geçerli olmuyor. Hafızalarımızın unutmayacağı kadar yakın bir tarafta söylenmiştir o sözler… Ve yine Anayasa sadece, 138’inci maddeden ibaret değildir, hak ve özgürlükleri düzenleyen maddeler de en azından orada yazılı olarak bulunmaktadır…

 

Ve yine kimlerin yargıya müdahale ettiğini bilecek kadar henüz hafızasını kaybetmiş değil bu ülke halkı…

 

Sonuç olarak, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşü bir demokratik hakkın kullanılması, anayasaların güvenceye aldığı/alması gereken bir hakkın kullanılmasından ibarettir… Demokrasiyi sadece seçimlere ve parlamento içi mücadelelerin eksenine hapsedenler, elbette parlamento dışı ve sokak ve meydanlarda ortaya çıkan muhalefet biçimlerine saldırmayı, onu itibarsızlaştırmayı ve katılanları, şu veya bu biçimde tehdit etmeyi kendi gelecekleri açısından zorunlu sayabilirler. Ancak iktidarlarının meşruiyeti hatta demokratik meşruiyeti o sokaklara karşı, kitlelerin anayasal hak ve özgürlüklerini demokratik yollarla ortaya koymalarına karşı gösterecekleri tavırla doğru orantılıdır… Yani iktidarların meşruiyeti, halkın hak ve özgürlüklerini kullanmasının sınırları ile doğru orantılıdır… Yasaklar ve yasaklamalar demokratik ülkelerde iktidarların meşruiyetini tartışmalı hale getirir..

 

Ve elbette bu söylediklerimiz demokratik ülke ve iktidarlar için geçerlidir… Kendi iktidarlarını, bu demokratik paradigmanın dışında gören iktidarlar ise gerici faşist diktatörlükler olarak tarihte, kendi tanımlamalarını çoktan bulmuş durumdalar…