havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

MANZARA BÖYLE, BURASI TÜRKİYE

1459
               Gündemin debisi hızlandıkça haftada bir yazı yazanlar için işin zorluğu da artıyor. Kaldı ki artan yalnızca hız değil; çeşitlilikte öyle!... Hangi konuyu yazacağınızı şaşırıyorsunuz. Ben bu hafta 23 Nisan ile ilgili ve kısmen de 1 Mayıs ile ilgili gelişmelere değinmek istiyordum. Daha doğrusu çocuk ve ulusal egemenlik arasındaki doğrudan ilişki üzerine bir değerlendirme yapmak istemiştim. Ama şimdi geçtiğimiz haftanın tüm gelişmelerine yalnızca ana çizgileriyle değinmenin daha yararlı olacağı kanısına vardım.
                Önce 23 Nisan kutlamaları esnasında İstanbul Valisinin konuşması sırasında “Berkin Elvan Ölümsüzdür” pankartı açmak isteyen çocukların gözaltına alınış biçimleri; ulusal egemenlik ve çocuk arasındaki ilişkiyi; iktidar sahiplerinin egemen anlayışının nasıl yorumlayıp ele aldığının gözler önüne serildiği yoruma bile gerek bırakmayacak çok net bir fotoğrafını ortaya koyuyordu. Hadi şurasını anlıyoruz diyelim; çocukların tören alanından uzaklaştırılması… Hadi törenin selameti açısından bu da gerekli diyelim; ama bu gözaltına alış biçimi, karga tulumba, yaka paça, canını acıtacak biçimde ve en trajik olanı, en önemli olanı; ağızlarının hoyratça kapatılarak seslerinin, nefeslerinin kesilmeye çalışılması!... İşte tam da çocukla ulusal egemenlik arasındaki ilişkinin veya yaşanan örnekte olduğu gibi çelişkinin; bir kitaptan daha çok şey anlattığı ile ilgilidir. Çocuklar uslu olacaksınız, sesinizi çıkarmayacaksınız, soru sormayacaksınız, eleştirmeyeceksiniz; her ne yapılırsa yapılsın itaat edeceksiniz!...  İşte “müesses nizamın” sizden beklediği budur!... Yoksa büyükleriniz sizi birkaç dakikalığına da olsa o koltuklara oturtmazlar. Ya da sizin bayramınızdan, size ait olması gereken alanlardan; o devlet denilen aygıtın kocaman elleriyle karga tulumba uzaklaştırılır, sözünüz ağzınıza tıkılır, ulusal egemenlik ve çocuk bayramının selameti adına, Valilerin ve diğer büyüklerin çocukların önemine ilişkin söylemlerine olanak sağlamak adına hırpalanırsınız.
                Bir başka ilginç görüntü yüzlerce anaokulu öğrencisinin öğretmenleri eşliğinde Ataşehir Mimar Sinan Camisi’ne götürülerek büyüklerle birlikte namaz kıldırılmalarının görüntüsüydü. Bu çocukların ortalama yaşları beş. Laik bir ülkede bilimin özellikle eğitim biliminin ulaştığı düzey göz önüne alındığında söylenecek birkaç şey olmalı. Bu durumu eleştirmek ne kutsal mekânlarla ne de kutsal değerlerle ilgilidir. Kutsal mekânlar ve değerler adına sustuğunu sananlar; yalnızca kendilerini ikna edebilirler. Üniversite hocaları, gerçek hocalardan söz ediyorum. Aydınlar, din adamları, gerçek din adamlarından söz ediyorum. Söyleyecek hiç mi sözünüz yok. Korkmayın! Korkmayın! Korkmayın! Ortaçağ’da bile çocuklara önce güzel konuşma, dilin incelikleri daha sonra matematik ve pozitif bilimler ve ancak bu temel bilgilerden sonra çocuklar “teoloji” alanı ile tanıştırılırdı. Bugün, bu manzaraya sessiz kalanlar; anayasasına laiklik ilkesini yazmış olan bir ülkede; aydın olmanın, üniversitelerde hoca olmanın tanımını yeniden yapmak zorundalar.
                Geçtiğimiz haftanın bir diğer önemli konusu; 1 Mayıs üzerine yapılan tartışmalardır. Emekçilere Taksim yeniden yasaklanmak isteniyor. Başbakanın söylediklerine inanırsanız, bu ülkenin emekçileri, sendikacıları, doktorları, mimarları, mühendisleri; 1 Mayıs’ta cam çerçeve kırmak, polisle çatışmak, memleketin huzurunu bozmak için Taksim diye tutturmuşlar. Bu sözlere akıl sağlığını yitirmemiş kaç kişi inanır!? 2010-2011-2012 1 Mayıslarında Taksime çıkan emekçiler ve emek dostları; ortalığı yakıp yıktılar mı!? Tarih, daha doğrusu geçtiğimiz üç yıl bile Başbakanın tezlerini çürütüyor, yalanlıyor!... Taksim için direnen sendikacıların tutumunu “şımarıklık” diye niteliyor Başbakan. Ucuz ve hukuki karşılığı olmayan bir değerlendirme!... Ama Başbakan alışmış bir kere her şeye müdahale etmeye, kendi sözünün emir sayılmasına, itaat edilmesine!... Bugün emekçiler açısından Taksime sahip çıkmak, 1 Mayısa sahip çıkmanın özel bir yönünü oluşturmaktadır.
                Bir başka gelişme; Adana’da gözaltına alınarak tutuklanan polislerin bir üst mahkeme tarafından serbest bırakılmalarına karşı, Başbakanın gösterdiği tepkiydi. Kimse şaşırmadı; hâkimlere “paralel yapı” etiketi… Çok basit bir soru var; Başbakan birçok şeyi “paralel yapı” diye açıklıyor, etiketliyor. “çete” diyor, “örgüt” diyor, iddialar böyle. Kanıt nerede, belge nerede diye soran çevrelere öfkeleniyor. Kendi iddialarının kanıt olarak, belge olarak değer bulmasını, sorgulanmamasını istiyor. Anayasa mahkemesini bile “paralel yapı” düşündürüyor diye değerlendirdiğini hatırlarsak; durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Biz biliyoruz ki yalnızca diktatörler dünyanın kendi etrafında döndüğünü sananlar; bütün toplumun onun söylediği her sözü, her iddiayı kanıt ve belge değerinde görmelerini ister ve beklerler. Hukuk devletleri ise kanıt ve belge ile mahkemeleri aracılığıyla karar verir. Bugün, Türkiye’nin yaşadığı temel paradokslardan birisi de budur işte.
                Son gelişme olarak Anayasa Mahkemesi Başkanının, Anayasa Mahkemesinin kuruluşunun 52. Yıl dönümünde yaptığı konuşmanın hükümet cenahında yarattığı sarsıntıyla ilgilidir. Aslında Başkan Haşim Kılıç’ın yaptığı konuşma; Başbakanın, Anayasa Mahkemesini itibarsızlaştırma ve onun başkanını ve üyelerini ağır bir dille eleştirmesine karşı verdiği bir cevaptı. Ama herkesin kendisine itaat etmesine alıştırılmış olanlar kişisel ve kurumsal onurları adına bir cevap aldıklarında; elbette ki şaşkına dönüyorlar.
                İstikrar adına; hukukun, yargının olabildiğince etkisizleştirildiği, itibarsızlaştırıldığı, zayıflatıldığı; yürütmenin hükümranlığının dizginsiz bir şekilde toplumun bütün alanlarına egemen kılındığı görüntüsünü ve gerçeğini savunma gayreti içinde olanlar, yargının kendi içinde paralize olmasına ses çıkarmayanlar; elbette Anayasa Mahkemesi Başkanının, başkanı olduğu kurumunun ve kişisel onurunun savunulmasının kesiştiği bir hukuk metnini, bir söylemi içlerine sindiremezler. Hukuksuz, eleştiriden yoksun, her şeyin tek adamın emirleriyle yapıldığı bir istikrar ya faşizmdir ya da demokrasiden uzak diktatörlük biçimlerinden bir tanesidir.
                Eksiklikleriyle, unuttuklarımızla anlatılanlar bizim ülkemizde gerçekleşiyor. Burası bizim ülkemiz, burası Türkiye. “Berkin Elvan Ölümsüzdür” diyen çocuklarla, “77 1 Mayıs katliamını unutmayacağız” diyen sendikacılar, emekçiler, devrimciler, kadınlar, gençler, çocuklar, büyükler; bu ülkenin hem geçmişi hem bugünü hem geleceğidir. Evet; manzara böyle, burası Türkiye, burası bizim ülkemizdir. Ve olan biten ve olacak olan her şeyden hepimiz sorumluyuz.