havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

MERKEL “ALO, HANZ” DEDİ Mİ!?

1484
Der Spiegel dergisi Almanya İstihbarat Örgütü BND’nin Türkiye’yi dinlediğini sayfalarına taşıdı. Haberin yaptığı yankılar üzerine yine aynı ülkede çıkan Sueddeutschse Zeitung gazetesi BND’nin Türkiye’yi dinlediğini Der Spiegel’in haberini kuvvetlendirecek ve destekleyecek kapsamda haberler yaptı.
Şimdi bu haberin geniş ölçüde Türkiye ve Almanya ile sınırlı olmayacak şekilde tartışıldığına tanık olduk. Ama biz olayı iki yönüyle daha doğrusu şöyle diyelim, önce tersinden sonra da düzünden irdelemeye çalışalım. Tersten başlayalım; bu dinleme olayı Almanya tarafında değil de Türkiye tarafından daha da açıkçası Türkiye İstihbarat Örgütü tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, biraz daha basitleştirerek ve sadeleştirerek söyleyelim; bizim istihbarat örgütümüz Alman Hükümetini dinlemiş olsaydı ve bu dinlemeyi Türkiye’de bir dergi deşifre ederek haberleştirmiş olsaydı; önce hükümetin sonra yandaş havuz medyasının sonra bilumum yalaka kalemşorların neler söyleyeceğini, neler yazacağını düşünebiliyor musunuz!? Vatan hainliği, milli güvenliğimize ihanet, casusluk, eğer güncel politik kavga açısından ele alırsak paralelcilik vs. gibi söylemleri hatta küfürleri, hakaretleri tahmin etmek güç olmasa gerek!... Dahası anında haberi yapan gazetecinin işine son verdirilir ve kızılca kıyamet koparılırdı!...
Şimdi dönelim Almanya’ya; bizde olması muhtemel gazete ve gazeteciye yönelik baskılara benzeyen bir baskıyı hükümet adına açıklamaları, diğer Alman medyasının Der Spiegel’e yönelik herhangi bir basın özgürlüğüne, hukuk ihlaline yönelik davranışı gördünüz mü, duydunuz mu, okudunuz mu!...
Burada yapmak istediğimiz şey Alman Hükümetinin tutumunu kutsama meselesi değildir. Almanya’da yerleşik basın özgürlüğü, evrensel hukuk normlarının geçerliliği ve kamuoyunun oluşturduğu yurttaşlık basıncı ve tepkileri ile ilgili bir olaydır. Sanıyorum ki Almanya Başbakanı Der Spiegel’de ki haberi görünce telefona sarılarak “Alo, Hanz” diyemeyeceğinin bilincindedir. Orada öyle kolay kolay “Alo, Fatih” hatları işlemez, sökmez!...
Gelelim meselenin düz tarafından anlatılmasına; hiç şaşırmaya gerek yok, bu hikâye, dinleme hikâyesi yeterli teknolojiye sahip bütün ülkelerin özellikle de emperyalist ülkelerin sıradan, günlük işleridir. Bu ilişkilerde öyle “stratejik müttefiklik”, “ezeli ve ebedi” dostluk laflarının yalnızca halkları kandırmaya yönelik diplomatik ikiyüzlülüğün gereği olduğu bilinen, bilinmesi gereken gerçeklerdir. Ha bir de şaşırmayın; e bu dinleme işlerini bizde yapıyoruz daha çok da vatandaşlarımızı, aydınlarımızı ve muhaliflerimizi!... Benim bildiğim bu dinleme hikâyesinin tarihi bir haylide eskiye dayanır. Demirel hükümetlerinin “zehir hafiye” lakaplı ilk kabinelerinin İçişleri Bakanlarından Faruk Sükan’la başlar. Şöyle demişti; “biz solcuların yatak odalarını, nefes alışverişlerini bile dinliyoruz”. O, günümüzdeki dinlemelerden farklı olarak hiç değilse açıkça söylüyordu. Bizim yeni bakanlarımız gibi saklanacak şeyiniz yoksa dinlenmekten niye gocunuyorsunuz dememişti!...
Ha, bu dinlemeye karşı yaptırım uygulayabiliyorsanız hadi uygulayın bakalım, ona da sözümüz olmaz!... Elbette ki uluslararası yazılı metinler ve diplomatik söylemler açısından meseleye bakarsak bu durum kabul edilemez.
Buradan geçtiğimiz haftanın başka ilginç bir gelişmesine atlayabiliriz.
Seçilmiş Cumhurbaşkanı, aynı zamanda Başbakan, aynı zamanda AKP Genel başkanı Erdoğan; herkesin tahmin ettiği ve hatta bildiği geleceğin AKP Genel Başkanı’nı ve Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu olarak ilan etti. Hatta “atadı” diyebiliriz. Bana sorarsanız ya bir kongreye falan gerek yok boşuna zahmete, telaşeye ne lüzum var!... Erdoğan Davutoğlu’na ayrılan koltuklara “buyur, otur” diyerek bu külfetten memleketi kurtarabilirsiniz!... Burada Başbakan’ın kürsüye davet ettiği Davutoğlu’nun bir cümlesine takıldığımı söylemeliyim; heyecanlı bir sesle yaptığı konuşmanın sonunda Davutoğlu yaklaşık şu ifadeleri kullandı; “bu davayı bir nesil başlattı ama bu dava bir nesille hatta nesillerle sınırlı bir dava değildir. Kıyamete kadar sürecek bir davadır.” Benim aklıma “kıyamete kadar sürecek dava” nasıl bir dava olabilir sorusu takıldı!? Bir akademisyen olan Davutoğlu, toplumsal gelişmeler ve değişmeler içerisinde eğer söz konusu ettiği davanın politik bir dava olduğu noktasından hareketle bu ifadeyi kullandıysa hiçbir politik davanın şimdiden kıyamete kadar süreceğini iddia edemez, etmemesi gerekir!... Çünkü bu iddia toplumların gelişme yasaları ile toplumsal gerçeğin rasyonalitesi ile bağdaşmaz!... Hele hele bir hukuk devletinde bu iddianın politik ve toplumsal karşılığının olmayacağı bilinmelidir.
Peki, öyleyse kıyamete kadar sürecek dediğiniz dava nasıl bir dava olabilir? Olsa olsa teolojik, dinsel bir dava olabilir. Peki, eğer bunu söyleyen bir şeyhülislam, din âlimi olsa anlayabiliriz. Ama bir parti genel başkanının ve Başbakan adayının “kıyamete kadar sürecek bir davadan” söz etmesi laik bir hukuk devleti olduğunu anayasasında yazan bir ülkede karşılığı ne olabilir!? Birisi açıklarsa sevinirim, zaten bugünlerde Türkiye’de Cumhurbaşkanı kim, Başbakan kim, yürütmenin başı kim, AKP Genel Başkanı kim; doğrusu kafam bu konularda yeterince karıştı. Ama yinede Davutoğluna bir hatırlatma yapayım, 28 Şubat’ın generallerinden Çevik Bir galiba şöyle bir söz etmişti; “28 Şubat bin yıl sürecek.” Bu sözler nasıl kısa sürede çürüyerek geçersizleşti!? Bu sözleri herhalde Başbakan adayı Davutoğlu da bir yerlerden duymuş olmalıdır.