havadurum

Ofreneion'dan Erenköy'e... (10)

3555

Balıklar nasıl suyun içinde yüzüyorsa, insanlar da tarihin içinde yüzüyorlar… Varoluşlarını anlamlandıran nirengi noktası da tarihtir… Yani bugünle geçmişimize, geçmişimizle bugünümüze bakarız. Aslında, sadece bireylerin değil, toplumların da “tarih”leri var. Her ulus, devleti ve toprağından başka, bir de “Tarih ülkesi” içinde mevcudiyetini kurmak ister. Coğrafya, nasıl ulusların, toplumların ve bireylerin var olabilmeleri için gerekli fiziki mekan ise, tarih de söylemsel mekandır. Yaşadığımız “Tarih ülkesinde”, tarihi inşa ederken-her inşa faaliyetinde olduğu gibi- kenara atılanlar olur. Bu atılanlar, sosyal tarih, yerel tarih veya aile tarihi kapsamına giren ayrıntılar olabilir. Ve “tarihin molozları” olarak dışarıda kalabilirler… 

Türkiye’de yazılı tarih, büyük ölçüde “seyrettiğimiz bir film”, tarih ülkemizde, kendimizin ya da vaktiyle bizim gibi hayatlar yaşayan fanilerin de aktörleri olduğu oyunlar yok ne yazık ki… Tarihimiz, kılıç şakırtıları, nal sesleri arasında, belli belirsiz siluet olarak görünüveriyor. Geçmişin büyük kısmı, akıp gitmeye, unutulmaya bırakılırken, “dışarıda bırakılanlar”ı, “tarihten saklanmış olanlar”ı, tarihe katmak, “sessiz yığınların tarihini yazmak” tarihçilerin görevi olmalıdır. Türkiye coğrafyasının tarihsel kimliğini oluşturacak her ne varsa, tümü işgale uğramış bir ülkenin hazine dairesini andırıyor. Topyekun yok edilmiş büyük bir zenginlik… Tarihin bize bıraktıklarının dışında, 40-50 yıl öncesinin tarihini bile bilmez konumdayız. İlkokuldan başlayarak, insan biçimlendirme sanatı olarak, soyut bir tarihi anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz. Oysa tarihin hamasi formları yerine, “Burada, tam burada, nasıl hayatlar yaşanıyordu?” sorusunu soranlara, hayatı ve tarihi, daha geniş ufaklarda kavramaya yardımcı olacak önemli bir yöntemdir. Kentimizi, yerelimizi, mahallemizi, sokağımızı tanımak, keşfetmek için, önemli bir araçtır. Bizi biz yapan, bize şekil veren mekanlardır. 
 
Osmanlı’nın, 20’nci yüzyılın başına kadar sürdürmeyi becerdiği çok dilli, milletli bir yapılanma, çözülmeye başladı. Anadolu’nun değişik noktalarına serpiştirilmiş gayrimüslim cemaatler, 1789 Fransız Devrimi etkileri bütün Avrupa’ya, Osmanlı’ya halka halka yayılmaya başladı. Bir düş olarak başlayan uluslaşma düşüncesi, daha sonra proje olarak uygulanmaya başladı. Zemin uygundu. Anadolu’nun çok değişik noktalarında, yaşamlarını sürdürüyor, ekonomik hayatın can damarlarında mevcut olmakla birlikte, hayatın diğer alanlarında silikleşen ve geri plan figürü olarak yer alıyorlardı. Gayrimüslim cemaat öyküsü, 19’uncu yüzyıl, bağımsızlık hareketlerine kadar tarih dışı durağan bir yerde kurgulanır. Eğitim ve ticaretteki başarıları, bu cemaatleri zengin, yer altı nehirlerine dönüştürmüştür. 
 
19’uncu yüzyıldaki ayrılıkçı, milliyetçi, ulusalcı akımlarla birlikte, üstelik bir “misyon” yüklenerek yüzeye çıkarlar ve tarihe dahil olurlar. Burada, mekanlar incelenirken, yaşanmışlıkların, sadece kiliselerden, sokaklardan oluşmadığını, yaşanmışlıkları empati yaparak değerlendirmeliyiz. Osmanlı Anadolu’sunda yaşanan bu hareketlilik, özelde Erenköy’e de yansıyordu. Daha önce de değindiğimiz gibi, 19’uncu yüzyıl Erenköy gelişiminin doruk noktasıydı. Belki ulusallaşma projelerinden, belki “öteki”leştirmeden kaynaklı homojenleşmeden… 
 
ERENKÖY’DE ÖRGÜTLENMELER
Erenköy’de yaşayan Rum cemaat, dinamik bir örgütlenme yapısına sahipti. Neredeyse, yaşamın her alanında, birlikte iş yapma kültürünü gelenekselleştirmişlerdi. Bu birliktelik, Erenköy’ü neredeyse, Çanakkale kent merkezi ayarına getirmişti. İdari yapı olarak Çanakkale’ye bağlı olan Erenköy, bucak merkezi olmasından dolayı Troia Köyleri dahil, toplam 33 köy Erenköy’e bağlıydı. Çevre köyler, birçok ihtiyacını Erenköy’de çözüyordu. Bu insan sirkülasyonu, Erenköy’ü kent merkezi konumuna sokmuştu. Örgütlenmeyi de zorunlu bir ihtiyaç haline getirmişti. 
 
ERENKÖY’DE GENEL ÖRGÜTLENME, KÖY YÖNETİMİ
Köyde yaşayan halk tarafından seçilen ve “çorbacı” adı verilen 18 kişi tarafından yönetiliyordu. 18 kişilik yönetim, köyün genel yönetiminden ve örgütlenmesinden sorumluydular. Bu 18 kişilik “çorbacı” adlı yönetim, örgütlenmelerden sorumluydular. Köy adına alınacak genel kararlarda, köy muhtarı ve kilisenin piskoposu mutlaka katılırdı. 18 kişilik ÇORBACI yönetiminin altısı okul ve kiliseden sorumluydular. Okul ve kilisenin ihtiyaçları, giderleri, gelirleri 6 kişilik yönetimle çözümlenirdi. Amaç, sorunları pratik olarak çözümlemekti. ÇORBACI yönetimi, toplantılarını köy odalarında,  Genel Çorbacı yönetim toplantılarını okul salonunda yaparlardı. Toplanacak bağışların miktarı burada belirlenirdi. Çevredeki Türkleri de etkileyecek karar almalarda, Türkleri temsilen muhtar katılırdı. Osmanlı’nın karışmadığı eğitime, okul yapımı, okul masrafı, öğretmen maaşı gibi giderleri köyün yönetimi karşılıyordu. Köyde yaşayan fakirlere gıda ve ilaç yardımından ÇORBACI yönetimi sorumluydu. 
 
MESLEKİ ÖRGÜTLENMELER
“ODA” adını verdikleri kooperatif tarzında hiyerarşik yapıya sahip ciddi meslek örgütleriydiler. Bu yapılanmalardan da “ÇORBACI YÖNETİMİ” sorumluydu. “ODA”lar şunlardı; İNŞAATÇILAR ODASI, ÇİFTÇİLER ODASI, HAYVAN YETİŞTİRİCİLERİ ODASI, KUYUMCULAR ODASI, DOKUMACILAR ODASI, ÇÖMLEKÇİLER ODASI, ESNAF VE TİCARET ODASI, BALIKÇILAR ODASI… Bu odalar “çatı örgütü”, hiyerarşik yapı olarak, “ÇORBACILAR”a bağlıydılar. “ODA”lar, her 30 Ocak günü, okullarında ölen öğretmenleri anmak ve saygı sunmak için kilisede tören yapardı. “KOLİVA” adında, her tarafta dağıtırlardı. Rum Cemaatinin eğitim ve öğretimin anlam ve önemi farklıydı. İnşaatçılar Odası’nın işlevi, Erenköy’de, Erenköy’e özgün bir mimari yapısı vardı. Köyün tüm evleri taş yapılardı ve iki katlıydı. Evin her odasının dar ve uzun dikdörtgen biçiminde iki penceresi vardı. Pencere, kapı ve evin köşeleri, elle işlenmiş “kesme taş” adını verdikleri taşlarla işlenirdi. Geriye kalan bölümleri, kendi yöresine ait kireç taşıyla yapılırdı. Bu taşın özelliği topraktan çıkarıldığında, çok yumuşak ve kolay işlenir olmasıydı. Güneş gördükçe sertleşen bir özelliği vardı. Erenköy’de halen varlığını sürdüren ve içinde yaşam olan 50-60 dolayında o dönemden kalan bina mevcuttur. Bu yapılar incelendiğinde, köşe taşları dışında kütle olarak büyük ve hantal taşlar yoktur. Duvarlarda işlenen taşlar, yassı ve yatay olarak “Kanaviçe” işler gibi işlenmiştir ve her evin yapılış tarihi yazılı taşı duvarın görünen bir yüzünde görebilirsiniz. Köyün yollarının, mahalle meydanlarının taşla kaplanması, İnşaa Odası’nın sorumluluğundaydı. Erenköy’ün topografik yapısı eğimli olduğundan, taşla kaplanan yollar, tam ortaya doğru “V” biçimi aldığından, yağmur tahliye kanalı işlevi gördüğünden, meydanlarda ve yollarda su birikintisi olması söz konusu değildi. Ayriyeten eğimli olmayan yerlerde kapalı, “su gideri” kanalları vardı ve halen mevcuttur. 
 
ERENKÖY`DE KANALİZASYON
Erenköy`de kanalizasyon sorunu belki yerleşim yeri kurulurken çözümlenmişti. Çünkü Erenköy`de, mübadeleden önce yaşamış yaşlı Erenköylü mübadiller ve ikinci kuşak Erenköylü mübadiller ile Yunanistan`da görüştüğümüzde kanalizasyon konusunda bilgi veremediler. Ne zaman yapıldığını onlar da bilmiyorlar ama ortada bir gerçek var ki Erenköy`de ciddi bir kanalizasyon sistemi mevcut ve işlevini sürdürmektedir. Ancak Erenköy`de yerleşim alanının genişlemesi sonucu, eski sisteme yeni ilaveler olmuştur. Rivayete dönüşmüş şöyle bir “gerçek” mevcuttur; 1960`lı yıllarda yüklü bir katır  tahayyül ederseniz, yolda giderken bir çukura düşüyor. Katır çıkarılırken düştüğü yerin kanalizasyon olduğunu görüyorlar. Sırtında yüklü olan bir katırın rahatça gezebilecek kapasitede bir kanalizasyon…  1800`lü yıllarda altyapıyı çözümlemeleri ve hala kullanılabilir halde olması bana ilginç geliyor.
 
ERENKÖYLÜ TAŞ USTALARI… 
Evlerin dışında meydanlardaki çeşmeleri, yollardaki taştan köprüleri, su yollarını da bu taş ustaları yapmıştır… Bu yetenekli taş ustaları, sadece Erenköy`de değil çevre Türk ve Rum köylerinde de aranan ve iş yaptırılan ustalardı. “Gavurköy”ün gavur ustaları, ama işin en iyisini, en titizini yapan ustalardı… Ustalar, kendi adlarından başka lakaplarıyla anılırdı. Her birinin ustalıkla ilgili bir unvanı vardı. Bir Rum, ev yaptıracaksa temeline mutlaka bir horoz kurban edilirdi, evin çatısı bittiğinde ise çatıya bir haç konurdu. Dini inançlarına göre dualar edilirdi ve sahibine mutlu olması için iyi dileklerde bulunurlardı. Bir Müslüman ev yaptırıyorsa temel kazıldığında ev için kuzu veya koyun kurban edilirdi, evin çatısı bittiğinde Osmanlı işaret eden bayrak asılı, dualar edilir ve iyi dileklerde bulunulurdu.