havadurum

Ofreneion'dan Erenköy'e... (18)

"ERENKÖY'den KOVULMAK, CENNET'ten KOVULMAKLA AYNI ŞEYDİR"

4069
1922`de ERENKÖY`den 13 yaşındayken gönderilen 96 yaşındaki bir Rum kadınının Türkçe olarak söylediği sözler... Erenköy başka türlü tarif edilemez!... 
 
Modern cumhuriyetler kurulduğunda, seküler ilkeler temel alınmış olsa da, Yunalılar milliyetçiliklerine dini harmanlamışlar, Osmanlı son dönemlerinde dine milliyetçiliği harmanlamışlardır. Osmanlı`da din her zaman milliyetçiliğin özünü oluşturmuştur. Birbirlerini aşamamış, üstünlük sağlayamamıştır. Bütünleşmiş "KUTSAL ÇİMENTO" olmuştur. Dinin Türk milliyetçiliğinde kopmaz bir parça olmasının en önemli etmeni, bölünme korkusudur. Bunun sonucunda; milli dayanışmayı güçlendirmek için, vatandaşlık çeşitliliğine değil, birliğe vurgu yapılmıştır. Türklerden oluşan homojen bir ulus devlet inşa projesi uygulamaya sokmuştur. Modern devletin yaratılması, modern vatandaşlıklarla yaratıldığının farkında olunsa da, din ve milliyetçiliğin de, ulusun bir arada tuttuğunun farkındaydılar. Türk ve Yunan modern devlet yapılanmasında, SEKÜLERİZMİN bir ayağı hep topal kalmıştır. Yunanistan modern toplum olma yolunda daha hızlı yol almaktadır. Türkiye`de ise tartışmalı bir süreç yaşanmaktadır. Toplumsal kimliğin en temel göstergesi,i din oluşmuş gözükmektedir. Mübadele anlaşması da bu temel alınarak imzalanmıştır. Hatta sekülerizmi savunan siyasetçiler tartışma ortamlarında halka hoş görünmek için, dinsekl ve milliyetçilik ifadeleri kullanması dinsel ve milliyetçilik kavramlarını bulamaç haline getirdi. Sınırları ortadan kalktı. Bu bulamak halindeki kavramlar kamusal alanda yaygınlaşıp, yerleşmesiyle ve anlatılırken her şeyin abartılması, belli bir ideolojiyle uyarlanmasıydı. Yunanistan ve Türkiye`de her iki din de, anayasal ve hukuksal imtiyazlar vasıtasıyla, kendi ayrıcalıklı kanunlarını pekiştirdi, kamusal statü kazandı, kamusal kaynaklara erişimi kolaylaştırdı, her şeyden önemlisi bu kavram eğitime hakim oldu. Din dersleri, hakum dinin öğretilmesi, aşılanması haline geldi. Dini azınlıklar; uluslararası hukuka uyuluyor gözükerek, bir sürü engellerle karşılanıyordu. Son dönemde her iki ülkede de hakim güç din olmuştur. Türkiye ve Yunanistan`ın ulus devlet inşasındaki politikalarında pek zıtlık yoktur. Yunanistan`da çıkış noktasında olduğu gibi millet sistemi yoktur. Türkiye`de de söylendiği gibi laiklik yoktur. 1950`lerden sonra İslam kamusal alana ve siyasete geri döndü. Her türlü tavizi ve imtiyazı alarak, yönetimlere damgasını vurmuş belirleyici konuma gelmiştir. Din ve milliyetçilik iç içe geçmiş birbirine nüfuz etmiştir. Adına Türk-İslam sentezi demiş ve 1980`den sonra, resmi devlet ideolojisi haline getirmişlerdir. Ve çok önemli bir ittifak oluşturmuşlar, bu ittifak sonucunda milliyetçilik zengin bir kaynak havuzuna kavuşmuş, din de resmi ya da yarı resmi bir statü kazanmıştır. Din, millileştirilmiştir. Dinin millileşmesine, kamusal ve özel alanda sağlamlaşmasına katkıda bulunan milliyetçiliktir. Din ve milliyetçilikten oluşan çimento, ideolojiye dönüşmesi ve kullanışlı bir aparat oluştuktan sonra ulus devlet sınırları çizilmiş, bu sınırlar içindeki farklılıklar "öteki" olmuşlardır. Olmadık nedenlerden "korku" yaratılmıştır, "ırkçılık" yaratılmıştır. Irkçılık, "zehire" dönüşmüş, toplumu zehirlemeye başlamıştır. Bu zehirlenme, birlikte yaşama kültürünü ortadan kaldırmıştır. İnsan; bir ülkede yaşadığını hissetmelidir ve korku olmadan, barış içerisinde, tarlasında, işinde çalışabilmelidir. İnsan; bu ev, bu iş, bu tarla, bu bağ-bahçe benim diyemiyorsa, korku olmadan yaşayamıyorsa, bunlar benim olmaktan çıkar. İnsan, o evden, o yaşamdan uzaklaşmak ister. Bu sistem, Yunanistan`da da, Türkiye`de de bu şekilde işlemiştir. Kademe kademe uygulanarak, hayata bağlı oldukları yerden koparılmışlardır. Erenköy`den gönderilmiş bir Rum kadının söylediği gibi, Erenköy`de cennette yaşıyorlardı, buradan ayrılmak akıllarından bile geçmiyordu. 
 
CENNET ERENKÖY`ÜN KENDİSİYDİ
Cennetteki yaşamın büyüsü yavaş yavaş bozulmaya başladı. Altındaki toprak kayganlaşmaya başladı. 1911 Trablusgarp Savaşı, "kötü" olacak her şeyin altyapısı ve habercisiydi. "Güvenlik", "tehdit" olguları ortaya çıktı. "Yenişehir"de yaşananlar, kötü bir örnekti ama Erenköylüler, böyle bir şeyi kendi cennetlerine uygulanacağını, kendilerine yakıştıramıyorlardı. Hayat devam ediyordu... 
 
ERENKÖY`DE GİYİM
Erkekler; siyah, dizlerine kadar kısa şalvar, ayak bileklerinden dizlerine kadar çorap gibi "KONÇ" adı verilen (tozluk) giyerlerdi. Üstlerine mintan ya da yakasız gömlek, bellerine kuşak, kuşaklar geniş ve göğse kadar dolanırdı. Kimisi ipekten, kimisi yün dokumadan olurdu. Gömlek üstüne yelek, başa küçük bir püskülü olan fes takarlar ve fesin etrafına ince bir çemberle sararlardı. Erkekler, iş günlerinde çarık, Pazar günlerinde bot giyerlerdi. Kışları uzun yün palto kullanırlardı. 
 
Kadınlar; Kışın yün elbise giyerlerdi. Giydikleri palto, mantolarının astarları da kürkten yapılırdı. Daha zengin Erenköylü kadınlar, İngiliz kumaşlarından elbise tercih ederlerdi. Elbiseler, ayak bileklerine kadar uzundu. Kadınlar başlarına çember takarlardı. Resmi günlerde, dini törenlerde, dantelden mendil, yanına da küçük bir fiyonk yaparlardı. Evli bayanlar siyah, bekar kızlar beyaz giysi giyerlerdi. Tarla giysileri genelde, gire renkli olurdu. Saboya benzeyen ayakkabı kullanırlardı. Özel günlerde deri veya rugan ayakkabı kullanırlardı. Kadınlar bellerine, ekonomik durumlarına göre altın işlemeli kemer, gümüş kemer veya deriden ince bir kemer takarlardı. 
 
Çocukların giyimi; erkek çocuklar altı-yedi yaşlarından itibaren özel günlerde, bayramlarda kendi kültürlerini yansıtan, ulusal kıyafetlerini giyerlerdi. Kısa siyah şalvar, mintan, gömlek, yelek, bellerine renkli kuşak, "konç", başında fes, fese sarılı çember vardı, ayakkabıları "iskarpin" ayakkabıydı. Kız çocuklar, elbise veya gömlek ve şalvar giyerlerdi. Çoğunlukla elbise, dizlerinin altında uzunluktaydı. Renkler genelde beyaz, ayriyeten değişik renklerde etekten daha uzun "önlük" takarlardı. Önlüğün bele bağlanan kısmı aynı zamanda kemer görevi görüyordu. Canlı renklerden oluşan yelek giyerlerdi. Oyalar ile süslenmiş çember ile başlarını bağlarlardı. Ayaklarında terlik veya ayakkabı olurdu. 
 
Giyimlerine özen gösteren Erenköylü kadınların "TAKI"ları da özeldi. Kolye, küpe, yüzük, bilezik vazgeçilmez süs eşyalarıydı. Ve bu takılar, Erenköylü kuyumculardan temin edilirdi. Erenköy`de 8 tane kuyumcu vardı. Ve bu kuyumcular, aynı sokakta yer aldıkları için bu sokak, "KUYUMCULAR SOKAÐI" idi. Böyle adlandırılmıştı. Bu çarşıda, altın, gümüş ve değerli taş işçiliği gelişmişti. Bu ziynet eşyaları, Erenköy`ün ihtiyacını karşıladıkları gibi çevre köylerde yaşayanlar da ihtiyaçlarını buradan karşılıyorlardı. TROİA Kazılarını yapan Schliemann`ın bu kuyumcularla çok işi olmuştur. Schliemann TROİA Kazılarında, Priamos`un hazinelerini bulmaktan başka, epey altın da bulmuştur. Bu altınları, Schliemann`ın yardımcısı, tercümanı, aynı zamanda çevreden ve Erenköy`den kazılar için işçi temin eden, Erenköylü Nikolas Yanneks işçilerden sorumlu tek yetkili idi. Kazılarda bulunan altınlar tarihi değeri olmayanlar buradaki kuyumcularda eritilerek çubuk haline getirilmiştir. Bu altınların daha sonra bir kısmı kaçırılmış, bir kısmı köyde kalmıştır. Erenköy`den kaçak yoldan gidebilenler altın kaçırabilmişler, onun dışında altın götürülmesi mümkün olmamıştır. Nikolas Yanneks`in TROİA Hazinelerinin yurtdışına kaçırılmasında da önemli rolü vardır. Hazinenin bulunacağını anlayan Schliemann, Nikolas Yanneks aracılığıyla işçilerinin çalışmasını "Paydos" ettirip ve işçiler tahliye edilip çevre güvenli hale geldikten sonra Schliemann ve Nikolas Yanneks tarafından hazine çıkarılır. Bir şala sarılan hazine, Yanneks`in önerisiyle üzüm dolu küfeye saklanır. Eşeğe yüklenin küfeler Frank Calvert`in ablası Edith Calvert`in çiftliğine (Bugünkü TİGEM İşletmelerinin olduğu çiftlik) getirilir. Bu çiftlikte, beş ay bekletilen hazine, çevredeki dedikodular da iyice sönümlenip unutulduktan sonra, Erenköy Karanlık Limanı`ndan kalkacak bir sandala ulaşmak için eşeğe yüklenmiş, yükler içinde Nikolas Yanneks nezaretinde Karanlık Limandaki sandala yüklenerek Atina`ya götürülmüştür. TROİA Hazinelerinde Erenköylü Nikolas ve Erenköylü kuyumcuların rolü büyüktür. Troia Hazinelerinin yurtdışına kaçırılış hikayesi budur. Nikolas`ın çocukları ve torunlarının da Atina`da yaşadıkları sanılıyor. 
 
Yunanlılarla, Türkleri birbirinden ayıran çok az şey birbirlerine benzeyen daha çok şey vardır. Define konusunda da aynı yöntemleri, aynı kafayla bulmaya çalışıyorlar. Türkler, Rumlardan kalan altın paraları ararken, Yunanlılar da Yunanistan`da Osmanlı Paşalarının hazinelerini devamlı aramaktadırlar.