havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Savaşın kanlı yüzü ve…

Öylesine temiz, öylesine masum, bir ambulansın koltuğuna oturmuş, sessiz, sakin, dünyada yalnızca kendisi varmışçasına, yalnız ve ürkek, başından akan kanları oturduğu koltuğa siliyor… Kirli, toza, toprağa bulanmış kanlarını, küçücük elleriyle koltuğa siliyor… Şaşkın ve ürkek!... Adının ne önemi var… Hangi şehirde olmasının da öyle… Sadece bir savaşın; hiçbir yerine, hiçbir şekilde dahil olmadığı bir savaşın, bir yıkıntının, bir harabenin ortasından dünyaya bakıyor, hepimize, hepinize bakıyor!…

1026

 Savaş; en çok da kadınları ve çocukları vuruyor, yaralıyor ve mağdur ediyor.

 

İşte onlardan biri; adının ne önemi var, Suriye’de bir çocuk… Belki Ege kıyılarına vuran o küçük bedenin kardeşi… Akranı… Oyun arkadaşı... Belki aynı mahalleden, belki aynı şehirden!...

Adının ne önemi var… İster Ümran olsun, isterseniz savaş coğrafyalarının bomba sesleri ile uyanan yıkılmış, enkazlarda oynayan bütün çocukların adını koyabilirsiniz… Gözbebekleri o kadar derin ki, bütün adları, gizleyip, saklayabilir…

 

Bir bomba ile kaç top alabilirsiniz!... Kaç topaç... kaç misket... kaç saklambaç, kaç köşekapmaca!?... 

 

Hepiniz alçaksınız!... Bombaları yapanlar, silah fabrikalarının sahipleri, savaş uçaklarını, bir kabus gibi şehirlerin üzerine sürenler, yeri göğü inleten o bombaları fırlatanlar, savaş övgücüleri, çığırtkanlar, bilumum kapitalist-emperyalizmin ürettiği savaşları alkışlayanlar ve dahası, sessiz kalanlar!… O masum çocuğun yüzündeki kandan, başından aşağıya damla damla akan kandan hepiniz sorumlusunuz… hepiniz cani, hepiniz alçak!...

 

Kaç kuşak sonra temizlenir çocuğun yüreği, kaç nesil sonra tükenir onun anlatacağı korku hikayeleri, kaç nesil…

 

Bir bomba patladı Diyarbakır’da, babasının elinden tutan, polis babasının elinden tutan bir çocuk öldü… Bombayı, aracı patlatanlar, bunu bir çatışma unsuru olarak kullananlar bir çocuk öldü… Fark ettiniz mi? Annesi, “babasının yanına gömün korkmasın” dedi, duydunuz mu? Değer miydi? Size yazıklar olsun… O çocuktan daha mı değerliydi? Nihat Kazanhan’ın yanına bir çocuk daha gitti, değer miydi? İki farklı gerekçeyle, iki farklı biçimde, iki çocuk, aynı coğrafyada, farklı iki cepheden açılan ateşlerle öldürüldüler… Şimdi, birlikte bu iki çocuğun el ele, yan yana, çığlık çığlığa oyun oynamaları gerekmez miydi? Bu daha çok yakışmaz mıydı çocuklara? Arkalarından ağıtlar yakılmasaydı, kardeşçe, türküler söyleselerdi hayata daha çok yakışmaz mıydı? Hayat, iki farklı sesin, kardeş türküleri ile daha da güzelleşmez miydi?

 

Bombalı araç saldırılarını savaş ve çatışma mantığı içerisinde bile kabul edilemez olarak değerlendirdiğimizi ifade edelim. Çocuklar, siviller ölüyor, anlıyor musunuz… Ne diyelim… Yazıklar olsun…

 

Sonra bir düğün evinde, bir gece vakti, en güzel umutların ve beklentilerin yaşandığı bir gece vakti, bir bomba patladı… Onlarca ölü ve yaralı… Kana bulandı her şey… Toprak, taş, oyun, davulun sesi, gelinin duvağı, kana bulandı her şey…

 

Bir çılgın gidiş, bir delilik hali, bir cinnet… Savaşın bile bir ahlakı var, bir vicdanı, bir hukuku… Bu kadar alçaklığın, düşkünlüğün, çürümüşlüğün, bir ideolojide toplanıp, kine ve nefrete dönüşüp/dönüştürülüp, bir düğün evini kana bulayacak bir bomba olarak ortada patlaması hangi insanın aklına gelebilir? Bu nasıl bir alçaklık, nasıl bir düşkünlük!... Kınamak bile gelmiyor içimden… Küfrü bile hak etmiyor bu alçaklar, küfür anlamsızlaşıyor, kınamak anlamsızlaşıyor… Bu insanlığın üretebileceği en büyük çürümedir. Her şeyin tükendiği, bir ideolojinin, bir inancın, bir felsefenin, kutsal olarak anılan her şeyin çürütüldüğü/çürütülmek istendiği bir noktadır!… 

 

“Topunuz birden gelin” kabadayılanmaları, efelenmeleri!... Evet, topunun birden gelmesine gerek yok, Anadolu coğrafyasında askeri, polisi, sivili, yaşlısı, çocuğu, insanlar ölüyor… Bir düğün evi kana bulanıyor, farkında mısınız bu ülkeyi yönetenler? Her ölüme, her katliama dışsal bir neden bulanlar, dışsal nedenleri işaretleyenler hiç kusurunuz yok mu? Bir ülkeyi yönetmenin sorumluk gerektirdiği, ciddiyet gerektirdiği, akıl gerektirdiği, akılcı çözümler, akılcı politikalar gerektirdiği, her özel probleme, soruna, özel yöntemlerle yaklaşıp çözümler üretmek gerektiği, ülke yönetmenin temel koşulu olduğu gerçeğinin farkında mısınız? Bu ülkede, hangimizin güvenliğinin olduğunu, nerede, ne zaman, kimin başına, neyin geleceğini söyleyebilecek birisi var mı? Hangi yasaya, hangi anayasaya güveneceğiz? Bu ülkede bir hukuk var mı? Bugüne değin, başımıza açılan bunca işlerden sorumlu olduğunu ilan eden bir yönetici çıktı mı ortaya?

 

Devr-i iktidarınızın sonucunda, bugün geldiğimiz şu noktaya bakın; Suriye politikası yanlışmış, başımıza ne gelmişse ondanmış!... Suriye öyle!... Bir isyanın, bir kalkışmanın, bir felaketin eşiğinden dönmüşüz, ellerinizle besleyip büyüttüğünüz, ıslak imzalarınızla mevkilere makamlara taşıdığınız, kuş sütüyle beslediğiniz, büyütüp palazlandırdığınız, ahtapot gibi ekonomiden siyasete, eğitimden adalete ordudan polise velhasılı hayatın her alanında kök salıp kurumsallaşmalarına katkılar verdiğiniz, zenginleştirip servetlere ulaştırdığınız bu vaziyetten hiç sorumluluğunuz yok mu? Hiç utancınız, arlanmanız, yüzünüzün kızarması gibi vicdanınızın sızlaması gibi bir duyguya kapılmadınız mı? Hiç sorumluluk üstlenip, istifa etmek gibi, “Yahu ben bu işi yapamadım, yüzüme gözüme bulaştırdım, memleketi bir kaosun eşiğine getirdim, istifa edeyim, çekilip gideyim” diye bir düşünceye kapılmadınız mı? Pes doğrusu!...

 

Her şey dışsalmış, bunların hiç sorumluluğu yokmuş!... Bu memlekette artık normal olan, hukuki olan, standardı olan hiçbir şey kalmadı, memleket yönetiliyor mu, yönetilmiyor mu, kim neden sorumlu, kimin sorumluluğu nerede başlayıp nerede bitiyor, bilen var mı? Bu ülkenin bir anayasası var mı? Şu işe bakın, ülkenin normalleştirilmesi adına söylenenlere, yapılanlara bir bakın; varacağınız sonuç, gerçekten, bu ülkede aklı başında, ne yaptığını bilen, ne söylediğini bilen ve yaptığı hatanın, yanlışın, sorumluluğunu üstlenip, gereğini yerine getirebilecek bir yöneticimiz var mı?

 

Bir kez daha yinelemek zorundayım; eğer talep etmezsek, eğer uğruna mücadele etmezsek, eğer tepkilerimizi, eleştirilerimizi, güçlü bir kanalda birleştirmezsek, yani istemezsek, yukarıdan aşağıya, hiç kimse, hiçbir şey vermez… Hele bizimkiler hiç!...