havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Şirazlı Sadi, kurtla kuzu ve ninem…

Arkadaş, görmedim, duymadım, bilmiyorum!... Neden mi dersiniz; "Milli birlik ve beraberliğe, en çok ihtiyacımız olan şu günlerde…"

617

 gözümü, kulaklarımı ve hatta burun deliklerimi bile kapattım… Sizlere, 1200’lü yılların başında yaşayan, Şirazlı Sadi’den söz edeceğim… Sadi, o yıllarda şöyle der; “Yılanı düşmanına öldürteceksin…” Tersi de olabilir… Eğer, düşmanın yılanı öldürürse, yılandan kurtulursun, yook tersi olup da yılan düşmanını öldürürse, düşmanından kurtulmuş olursun… Yeni ne demek oluyor? aşağı-yukarı 800 yıl kadar önce, yani dün gibi yakın, Şirazlı Sadi böyle söylemiş. Siz de haklı değil mi Şirazlı Sadi? Sakın, bu Şirazlı Sadi’den aktardığım sözlerden; Cumhuriyet Gazetesi’ne FETÖ davasından yargılanan bir savcının atanmış olmasına gönderme yaptığım sonucu çıkarılmasın. Ben o meseleyi ne duydum, ne gördüm, ne de onunla ilgili bilgim var. Kesinlikle o konuda Fransızım…

 

Bakın, öyle otosansür uyguladığımı sanmayın. Burası bir hukuk devletidir, ben bu kararı, demokratik, gönüllü, özgür irademle aldım… Kimse yanlış anlamasın… Başbakanımız ne demişti; “Burası bir hukuk devletidir. Hukuk önünde kimsenin geçiş üstünlüğü yoktur…” Evet, bu söze katılmayanın alnını karışlamak gerekir… Alnını karışlamaktan şiddet soncu çıkarmayın, ölçmek anlamında söylüyorum… Usül ve esaslara uygun olarak alnını ölçebiliriz, karışlayabiliriz…

 

Hadi Sadi’den bir şey daha aktarayım size, sakın unutmayın yıl 1200. Devrin kralı, şimdi tam anımsayamıyorum, galiba Horasan olabilir, ama mekan kısmı çok önemli değil… Esirlerinden birini öldürtmek ister, yanındaki baş vezire der ki; “Şu esiri öldürün…” Durumu anlayan esir, kendi diliyle krala en galiz küfürleri sallamaya başlar… Tabi kral, esirin dilinden anlamıyor. Baş vezire der ki; “Bu esir niye bağırıp çağırıyor?” Esire acıyan, öldürülmesine gönlü razı olmayan baş vezir şöyle cevaplar; “Kral hazretleri, esir çok pişman olmuş, kendi diliyle size dualar ediyor, iyiliğiniz için Allaha yalvarıyor.” Bu arada yine orada bulunan ikinci vezir, eline geçen bu fırsatı değerlendirip, baş vezir olma imkanını yakaladığını düşünerek, “Hayır kralım” diye bağırıyor… “Esir, size kendi diliyle küfür ediyor, hakaretler ediyor, baş vezir size yalan söylüyor…” Kral merdivenlerden geri döner ve orada bulunanlara şöyle der; “Baş vezir, yalan söyleyerek bir iyilik yapmak istedi, bir insanın hayatını kurtarmak istedi. Sen ise doğruyu söyleyerek kötülük yapmak istedin, bir insanın ölümünü istedin. Baş vezir, yalan söyleyerek, kalbinin ve düşüncesinin iyiliğini, ikinci vezirim doğruyu söyleyerek, kalbinin ve düşüncesinin kötülüğünü ortaya koymuştur. Esiri bağışlıyorum, ikinci veziri azlediyorum…”

 

Hikaye aşağı-yukarı, aklımda kaldığı kadarıyla böyledir. Şirazlı Sadi’nin aktardığı, kralın bu tutumu üzerine, ayrıca çeşitli açılardan bir kitap daha yazılabilir… Yorum size ait…

 

Madem işi demokratik bir biçimde fıkralara, çok eski tarihi şahsiyetlere getirdik, bir de çok bilinen bir fıkrayı anlatalım…  Yeni doğmuş bir kuzu, güneşli bir havada hoplaya zıplaya, küçük bir pınarın suyundan içmek için, tam eğilecekken, suyun kaynağına doğru, acayip bir hayvan görür… Büyük bir nezaketle, “Günaydın efendim, nasılsınız?” der. Kuzunun ilk kez gördüğü bu canlı, bizim kurttan başkası değildir. İçten içe keyiflenerek, kuzuya döner,“Hmm” der, “Sen benim suyumu niye bulandırıyorsun…” Kuzu cevap verir; “Nasıl olur efendim” der, “Su sizden bana doğru akıyor.” Kurt, “Senin dilin pek de uzunmuş, sen geçen yaz bana küfreden kuzu değil misin?” Kuzu cevap verir, “Nasıl olur, ben gecen sene bu dünyada değildim, daha ben bir iki aylık kuzuyum.” Kurt homurdanarak, “Bana bak, lafı uzatma, nasılsa senin sülalenden birisi, benim sülalemden birisine küfretmiştir” der ve dişlerini gıcırdatarak kuzuya yönelir… Bakın bu yazdığım kurtla kuzu hikayesinin, hani bizim dilimize de yerleşen “suyu bulandırmak” ifadesinin herhangi bir politik durumla, şahısla, vaziyetle en küçük bir ilintisi yoktur… Kurt-kuzu hikayesini, sadece benim hikaye-fıkra yazma hevesimin bir sonucu olduğunu beyan ediyorum…

 

Bir de sizlere, gerçek ama fıkra gibi bir olayı aktaracağım. Ninem, harman yerinde dolaşıyormuş, oradan geçen köylülerimizden birisi, nineme dönerek, “Nasılsın nine, işler nasıl” der ve ninem o ünlü cevabı verir: “Heşen höyüş, hırman balçık, vel mayıf, ulah ham, gel bu işin içinden çık aybalam.” Şimdi ben ninemin bu sözünü tercüme edeyim; “Harman yeri çamur, buğdaylar ıslak, döven kırık, koşulacak hayvanlar ilk kez koşulacak, gel bu zor durumdan işin içinden çık oğlum.”  Ninemin bu sözünü aktarmamın da ülkede olup biten, durumla, sorunlarla, kaotik vaziyetle, uzaktan yakından, ilgisi ve alakası yoktur ve kurulamaz… Çünkü, artık görmüyorum, duymuyorum, bilmiyorum…

 

Anlaşıldı mı?