havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

TAKSİM MEYDAN MUHAREBESİ

1546
“…öz kardeşi musayı ok kirişiyle boğup
Yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
Çelebi hünkar idi amma
Al osman ülkesinde esen
Bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi,
Köylünün göz nuru zeamet
Alın teri timar idi
Kırık testiler susuz
Su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
Ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
Tarumar idi.
Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi
Ahüzar idi.”
 
                             Nazım Hikmet
 
 
TAKSİM MEYDAN MUHAREBESİ
 
Yazının sol üst köşesine aldığım şiir, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanından alınmıştır. Konuya başlamadan önce bu dizeleri halkı kul, tebaa, bende ve hatta köle gibi görenlere, yeni Osmanlıcılara, zulüm sahiplerine, bu zulme susanlara, ruhunu metalaştırıp iktidar sahiplerinin ayakları altına seren basın çevrelerine, “sahibinin sesi” olmaya hevesli şarlatanlara, kraldan çok kralcılığa soyunan bilumum yalaka tayfasına ithaf ediyorum.
 
Taksim Gezi Parkında yaşananları, orada toplanan halka insanlık dışı, hukuk dışı, yasa dışı davranışları, şiddeti yalnızca biz değil, bütün dünya izledi. Merkez medyanın tüm görmezden gelme çabalarına karşın, uluslararası basın ajansları canlı yayınlarla an an, dakika dakika bu vahşeti izleyicilerine servis yaptı. Başbakan birkaç yüz metre ileride sigaranın zararlarını anlatırken; Taksim alanı zehirli gazlarla, joplarla, tazyikli sularla bir barbarlık manzarasına tanık oluyordu. İlk raund bitmişti. Şimdi sıra bu barbarlığı, vahşeti kitabına uydurmaya, kılıfını hazırlamaya gelmişti.
 
İstanbul’un üç yöneticisi kameraların karşısındaydı. Açıklamalar yapıyor, durumu izah etmeye çalışıyorlardı. Özellikle Vali eveleyip geveleyerek yaralılara şifa diliyor, üzüntülerini ifade ediyordu. Sanki saldırı emrini kendisi vermemişçesine, olup bitenden sorumlu değilmişçesine; halkın gözünün içine bakarak gerçek dışı açıklamalarını sürdürüyordu. Gazeteci diye soru sormaya yeltenenlerin şike sorularından mutluluğunu da belirterek, Goebbels’in kötü bir kopyası gibi izahatını sürdürüyordu.
 
Bu kez marjinal gruplardan söz etmedi. Halkı kandıran, “amaçlarını, hedeflerini bildiği” gruplardan söz ediyordu. Anlaşılan Vali H.A.MUTLU yalnızca İstanbul halkını değil, Türkiye halkını değil; durumu canlı yayınlarla izleyen dünya alemini aptal sanıyordu!...
 
Nasıl ki bay Hüseyin Çelik gözümüzün içine bakarak Başbakan’ın “iki ayyaşın çıkardığı yasayı kabul ediyorsunuz da , inancın emrettiği yasalara itiraz ediyorsunuz” sözlerini tercüme etme gereği duyarak ve yine sanki Başbakan’ın sözünü anlamayacak kadar insanların zekasıyla, aklıyla alay etme pervasızlığını gösterdiyse; Vali H.A.MUTLU da Taksim barbarlığını insanoğlunun ortalama zekasıyla alay edercesine açıklama gayretkeşliğinde bulunuyordu.
 
Daha 1 Mayıs’ın izleri hafızalardan silinmemişken, yapılan zulüm unutulmamışken; Gezi Parkını kana bulama cüreti gösterenlerin, değil hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir ülkede, değil demokratik bir ülkede yalnızca anayasası olan bir ülkede bile yöneticilik yapamayacakları son olayla bir kez daha açığa çıkmış ve kanıtlanmıştır.
 
Suriye yönetimine akıl veren Başbakan, Taksimdeki zulmü ve barbarlığı görmüyor olabilir. Halkı “hık deyicisi” sanabilir. Aldığı oyları tapulu malı, sonsuza kadar hanesine görebilir. Ama bugün geldiğimiz noktada, birçok ülke ve Türkiye halkı onun bütün inancına ve paradigmalarına en büyük tokadı atmış durumdadır. Bugüne kadar baskı gördüğünü, zulme uğradığını, haksızlığa maruz kaldığını söyleyerek halkın merhametini ve vicdanını oy olarak elde etmiş olabilir. Artık kendisi zulmeden bir iktidarın başı ve birinci dereceden sorumlusudur. Ve işte ayağa kalkıp sokağa çıkanlar; biber gazına, tazyikli suya, barikatlara rağmen direnen insanlar Tayyip Erdoğan’ı bu zulümden, barbarlıktan sorumlu tutmaktadırlar. Rüzgar tersine dönmüştür; sonun başlangıcı, başlangıcın ön sözü Taksimde yazılmıştır!...
 
Dün bütün dünyanın izlediği ne Şam ne Halep ne Bağdat ne Gazze; Şehr-i İstanbul’du. Senaryoyu yazanlar ne Ortadoğu’nun sultanları, şeyhleri, diktatörleri; sağa sola demokrasi dersi vermeye yeltenen AKP iktidarı ve onu yönetenlerdi. Tahrir Meydanına canlı yayınlarla bağlanan haber kanallarının, Taksimden haber verecek kameralarını, muhabirlerini uzun süre ekranlarda arayıp durduk.
 
Demokrasiyi yalnızca seçim sandığından ibaret zannedenler; demokrasi kültüründen, insan haklarından, hukukun üstünlüğünden habersiz olamayacaklarına göre, bu söylemi yani demokrasiyi yalnızca seçim sandığına indirgeyenler, bunu bir tercih olarak bir yönetme paradigması olarak savunanlardır. Demokrasi; başka şeylerin yanı sıra yurttaşların yöneticileri sorgulaması, ifade özgürlüğü, toplantı yapma özgürlüğü, grev yapma özgürlüğü ve iktidar uygulamalarını sorgulama, eleştirme özgürlüğünü de içeren, içermesi gereken geniş bir yönetsel anlayışın ve bunun uygulanabilir olmasının genel toplamının ifadesidir.
 
Bu yazı kaleme alındığı sırada Başbakan açıklamalar yapıyordu; Menderes’in idamına göndermelerle yeniden bir mağduriyet psikolojisine ve belleklere seslenerek durumu açıklamaya çalışıyordu. Demokrasi tanımları yapıyordu. İllegal örgütlere, muhalefete göndermelerde bulunuyordu. Aynı saatlerde halk sokaklardaydı, görünen köy Başbakan’ın kılavuzluğuna ihtiyaç duymayacak kadar açık ve netti. Bu saatten sonra mızrağı çuvala sığdırmak kolay olmayacaktı. Biliyorum; yarından itibaren medya dört koldan kalemşörler en iyimserleri hem nalına hem mıhına vurarak, çoğunluğu da suçu ve suçluyu başka yerlerde gösterme gayretine girerek “sahibinin sesine” eşlik edecekti. Halka karşı uygulanan bu baskı, bu kin tarihsel olarak çürüyen asalak bir sınıfın ve geleceğini ona bağlayanların bu iktidarı sonsuza kadar sürdürmeye dayanan öfkesinin, nefretinin, halk düşmanlığının dışavurumundan başka bir anlam taşımıyor. Görmek istemeyenler görmese de, duymak istemeyenler duymasa da tarihin kameraları çalışıyor, her yapılan birer birer kayıt altına alınıyor. Söz Esad’dan açılınca “zulm ile abad olunmaz” diyenler; sıra kendilerine, kendi iktidarlarının uygulamalarına gelince hukuk diye, yasa diye yaptıklarını haklı gösterme gayreti içinde olanlar, İstanbul’u işgal edilmiş bir şehir görüntüsüne büründürenler belki yandaşlarını inandırabilirler, ama tarihi ve insanlığın vicdanını, ahlakını, aklını ikna edip kandıramazlar!...
 
Sokağa çıkan, yürüyen, direnen, birleşen halkın bu büyük gücünü, dinamizmini statükonun bir başka kliğinin peşine takmak isteyen kimi küçük politik grupların bu devasa gücü yedekleme, arka kapıdan düzene bağlama çabaları da boşa çıkacak, çıkarılacak; estirilen bu görkemli fırtınanın içerisinde mum ışığı misali anlamsız kılınarak sönecektir.
 
Zulüm, bumerang gibidir; bir gün geriye döner, onu üreten kaynağı, onu uygulayan iktidarları, diktatörleri de vurur. Ağaçların günahına girenler, yeşili kana bulayanlar, insana kıyanlar, halkın aldığı solukları zehirleyenler; asla abad olmaz!...
 
Taksim Gezi Parkında yaşananlar halkın belleğine kazınmış, tecrübe hanesine yazılmıştır. Bir gün bu bellek, bu tecrübe, bu akıl; doğru bir örgütsel çizgide buluştuğunda zulüm rüzgarları sona erecek, yeşil kendi rengine dönecek, ağaçlar daha çok çiçek açacak!...