havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

ÜNİVERSİTELERİMİZİN HAL-İ PÛR MELALİ!

Türkiye üniversitelerinin neden "dünyanın ilk 500 üniversitesi" arasına girmediği, AKP Genel Başkanı ve Sayın Cumhurbaşkanı tarafından da dillendirildi?

7416

                 Sahi, neden bizim üniversitelerimiz dünyanın sayılı üniversiteleri içerisinde yer almıyor? Bu soru-özünde sorun, zaman zaman çeşitli çevrelerce çeşitli bağlamlar üzerinden tartışılır.

                Ancak son 16 yılın iktidarı ve bu yılların birinci derecede sorumlusu ve giderek her şeye muktedir olan Sayın Erdoğan’ın bu sorunu dillendirmiş olması, “ayrıcalıklı” bir önem taşıyor.

                Mesele bir sayısal sıralama meselesi değil elbette. Elbette bir öne geçme meselesi ise hiç değil. İşin uzmanları-daha doğrusu belki bilim insanları demeliyiz, sorunun özünü bilimsel yöntemleri uygulayarak ve bilimsel açılardan bağlamları ve bağlantıları objektif kriterler üzerinden kurarak değerlendirebilirler ve değerlendiriyorlar da.

                Ama bu “fakir”, bir yurttaş olarak; az çok ülke sorunlarıyla ilgilenme gayreti içerisinde olan bir yurttaş olarak, konuya ilişkin görüşlerimizi sizlerle paylaşalım… Ve sorular soralım…

                Örneğin neden bu ülkede bunca çok sayıda adına üniversite dediğimiz okullar mevcut? Demek ki üniversite sayısının çokluğu bizim üniversitelerimizi, üniversiteler klasmanında yukarılara çekmiyor… Ve yine adına üniversite dediğimiz bu kuruluşlar bugün bırakınız üniversite olmayı, “yüksek lise” özelliğinden bile oldukça uzaklar… Tıpkı milletvekili sayısını artırıp 600’e çıkararak parlamenter demokrasiyi güçlendirmeyi, demokrasiyi ve demokratik değerleri yükseltip yüceltmeyi başaramadığımız ve tam tersine bu niteliklerden uzaklaştırdığımız gibi üniversitelerin sayısını arttırarak da üniversiteleri bilimden ve kaliteden uzaklaştırdık.

                Bu iki örneğin gösterdiği gibi, ne milletvekili sayısının 600 olması demokrasiyi ne de “Kasabalara bile üniversite götürdük” övünmeleri  bilimi üretemedi…

 Bilim insanlarını sudan gerekçelerle üniversitelerden kovduğunuzda bunun en belirgin sonucunun bilimin ve bilimsel yöntemin de üniversitelerden kovulacağının olacağının kestirilememiş olması ya da tercih edilmiş olması  bugün şikayet edilen konunun asıl nedenidir.

Dahası, cehaletin övgücülüğünü yapan ve cehaletin örgütlenmesini teşvik eden, örnek gösterilen profesör unvanlı zevatın taltif ve teşvik edilmesi son 16 yılın sıradan örneklerindendir.

Kendi rektörünü seçme iradesi elinden alınarak, iradeleri etkisiz kılınan üniversite bileşenlerini hiçe sayarak üniversite özerkliğinin kırıntısına bile tahammül edilemediği bir ülkede, elbette başarıdan söz edilemez.

Üniversite yönetimlerini eş dost, hısım-akrabayı taallükata teslim eden bir yönetim tarzı, yönetim anlayışı ve üniversitenin idaresini yapılandırma gayretleri elbette hüsranla sonuçlanacaktı…

Bilimin ve bilimselliğin yerini geçerliliğini yitirmiş, çağın ve ülkenin sorunlarına uygun olmayan, rasyonalitesini çağlar önce tüketmiş, hurafeden ve safsatadan hallice sözde anlayış, inanç ve bilgilere itibar etmek, üniversitelerimizin hal-i pûr melaninin sebeplerindendir.

Sadece bu değil... Yaşama kültürünü; hayata karşı, ülkesine karşı duyarlılıklarını öğretmeyi ve yeniden üretmeyi elinin tersiyle iten eğitim anlayışlarının varacağı sonuç, asla yaratıcı insanı topluma kazandırmakla sonuçlanamaz.

Ülkenin ve toplumun ihtiyaçlarına göre kurumsallaşması gereken üniversiteleri, ticarileştirerek işe yaramayan, hayat içerisinde karşılığı olmayan bölümler, yüksekokullar, fakülteler açarak, gençliğin neredeyse 4-5 yılını çarçur eden anlayışlardan başarı beklenemez…

Pedagojik verileri bir yana bırakarak, çocuk psikolojisini öteleyerek, anasınıflarından itibaren “dindarlığı ve kindarlığı” insan yetiştirmenin bir ideolojisi ve felsefesi olarak sistemleştirdiğinizde, üniversiteleri besleyen insan kaynaklarının başka bir temel bileşenini de daha baştan çoraklaştırıp verimsizleştirerek, bugün şikayet ediyor göründüğünüz noktalara gelmek elbette tarihsel bir kaçınılmazlık olarak karşınıza çıkar.

İdari, akademik özerkliği olmayan, bilimden koparılmış, bilimsel yöntemleri bir yana bırakılmış, partizanlığın ve egemen siyasete biat kültürünün yerleştirilmesinin amaçlandığı üniversiteler, elbette dünyanın seçkin üniversiteleri arasına giremez.

Bugün, kendi tezini başkalarına yazdıran ve hatta intihal cambazlıkları ile  bir biçimde iktidar onayını alarak üniversitelerde yer kapan, bilim ehli olmayan zevatın üniversitelerde arz-ı endam eylediği koşullarda, hangi “dünyanın seçkin 500 üniversitesi” arasına girme hayalini kurabilirsiniz!?

Bilginin, bilgeliğin ve insanlığın ileri yürüyüşünü sağlayan birikimlerin ve değerlerin küçümsendiği ve bu değerlerin yeniden ve yeniden üretilerek gençlik tarafından içselleştirilmesini göz ardı eden bir üniversite mantığı elbette bir gün duvara toslayacaktı!..

Ve bu mantık; değil üniversite gençliğini, ülkenin geleceğini de ve elbette üniversitelerin geleceğini de çıkmaz yollara sürükleyecekti ve öyle de oldu…

Üniversitenin önerilerini, eleştirilerini, üniversite gençliğinin yaratıcı dinamizmini ve siyasal karşı çıkışlarını baskılayıp engelleyerek, hapislere atarak; üniversitelerin ve toplumun üniversitelilik bilincini engellemiş olanlar, yasaklamaya yeltenen siyasi iktidarlar elbette ve ancak üniversitelerin yerlerde sürünmesine hizmet etmiş olurlar.

Gördükleri, duydukları, yaptıkları ile, sordukları ve hayalleri arasında doğru ilişkiler kuramayan gençlik ve o gençliğe bunun yolunu ve yöntemini öğretemeyen üniversite zaten “karaya oturmak” sonucundan kendini kurtaramaz.

Sorusu olmayan, eleştirisi olmayan, itirazı olmayan insan-gençlik, üniversite gelişme kanallarını kapatmış, gelişme dinamiklerini örselemiş ve kendini prangalamış olur.

İnsanoğlunun bütün serüvenini, insanlığın bugünkü düzeyine taşıyan en ilk, en ilkel ve öncel özellik, soru sorma düzeyine ulaşmasıyla başlar. El, beyin, dil ilişkisinin ürettiği en yaratıcı sonuçlardan birisi; soru sormak olmuştur.

Bugün açısından üniversitelerimiz; sadece bilimden ve bilimsel yöntemden değil, bilginin yeniden üretilmesinden değil, sorunun ve soru sorma özelliklerinin de yeniden üretilmesinden, derinleştirilmesinden, karşılıklarının ve cevaplarının aranmasından uzaklaşarak/uzaklaştırılarak; egemen siyasetin ve iktidarın dümen suyuna bağlanıp-bağımlılaştırılarak günbegün itibarını ve etkisini azaltmakta, sadece dünyanın ilk 500 üniversitesinden değil, bilimden ve bilimsellikten de koparak kan kaybetmekte, itibarını yitirmektedir.

Üniversiteleri gerçek üniversiteler haline getirmek, bu ülkenin temel, vazgeçilmez bir ihtiyacı olarak, bir sorumluluğu olarak, gerçek bilim insanlarının, aydınlarının ve en genel ifade ile de halkının önünde bir görev olarak durmaktadır!..