havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Vesayetten kurtulduk mu?

1608
Hani şimdilerde ve neredeyse günde beş vakit askeri vesayetten kurtulduk diye şükürler ediyoruz. Eh, ne de olsa her on yılda bir darbelere, muhtıralara maruz kalmış bir memleketin ahalisiyiz. Sağından solundan, kıyısından ortasından arızalı hale getirilmiş, sakat bırakılmış “ucube” bir demokraside yaşamak kolay mı sanıyorsunuz? Elbette değil beş vakit, her nefes alışımızda vesayet rejiminden kurtulduk diye şükranlarımızı sunmalıyız, bizi bu beladan kurtaranlara!...
 
Ancak küçük, basit sorular var aklımızı karıştıran. Askeri vesayetten kurtulduk, kurtulduk da, demokrasiye, huzura, gönül ferahlığına kavuşabildik mi? Yurttaşlar olarak güven içerisinde, huzur içerisinde, korkusuzca, şen şakrak bir günlük hayata ulaşabildik mi? Askeri vesayetten kurtulduk, peki yerine neyi koyduk? Yanımızda yakınımızda bulunan ve askeri vesayetin olmadığı ülkelere baktığımızda, içinde bulunduğumuz siyasal koşulları ve siyasal sistemi kutsayabilir miyiz? Örneğin Suriye’de, İran’da, Suudi Arabistan’da, Katar’da askeri vesayet var mı? Peki yine bu adı geçen ülkelerde demokrasi var mı? Hukuk var mı? İnsan haklarına saygının düzeyi ne? Kadınlar özgür mü? Bu coğrafyaların yurttaşları mutlu mu? Ne dersiniz ey “Askeri vesayetten kurtulduk” diye içinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal durumu allayıp pullayıp bize demokrasi diye yutturmaya çalışan sayın zevat?
 
Evet, bir an olsun sizlere inanalım. “Darbeleri, muhtıraları tarihe gömdük” çığlıklarınıza bizler de katılalım, ve hatta düğün bayram eyleyelim; ama küçük bir sorumuza cevap vermelisiniz. İçinde yaşadığımız siyasal rejime demokrasi diyelim mi?
 
Ve yine askeri vesayetten kurtulmanın pratik, politik, sosyal, kültürel, toplumsal, hukuksal karşılığı emekçiler için, işsizler için, gençler ve kadınlar için, Aleviler için, Kürtler için ne olmuştur? Gazeteciler, aydınlar, bilim insanları, marjinaller, azınlıklar kendilerini bugün daha bir güven içerisinde, korkusuz, özgür hissedebiliyorlar mı? Yoksa sakın ola bizi yeni bir vesayete ikna etmeye, alıştırmaya mı çalışıyorsunuz? Yoksa vesayetin askeri olanı kötü de, sivil olanı iyi, bizim mi haberimiz yok? Kanıtlarınızı gösterin, anlatın; ikna olalım, inanalım. Sizler gibi bizler de kutlama ve kutsama ritüellerinize katılalım, sizinle saf tutalım!...
 
Ne de olsa bunca tarihi tecrübeden, milletçe yaşadığımız olaylardan sonra söylenen her şeye kolayca inanmama hastalığına(!) yakalanmış olmalıyız. En azından “biz iflah olmaz muhalifler” böyledir diyelim de, sizlere de bir açık kapı bırakmış olalım. Eğer bugün hukuk kuralları tıkır tıkır işliyor, yargı bağımsız, yargıçlar güvencede, kutsal savunma hakkının önünde hiçbir engel yok, yürütme yargı üzerinde baskı ve basınç oluşturmuyor, yargıya hiç mi hiç müdahale etmiyor diyebiliyorsanız, ve bunları söylerken gerçeğin ve halkın gözünün içine bakmaktan korkmuyorsanız, cesaretinizi ve ustalığınızı alkışlamaya yeltenebiliriz.
 
Ama kafamızı karıştıran küçük sorulardan ve detaylardan kurtularak bir türlü huzura eremiyor ve ikna olamıyoruz. Hani darbeleri besleyen, ortaya çıkaran, gerçekleştiren sınıf, ilişki, çelişki, çatışma ve güçler dengesini sizlere hatırlatmıyoruz. Ve hatta faşist darbelerin, vesayetlerin sınıfsal dayanaklarını burjuva egemenlik sistemleri ile ve emperyalizmle bağlarını ve bağlantılarını da hatırlatmıyoruz. Hani bunları hatırlatırsak kimileriniz buna “ideolojik saptamalar” diye mırın kırın edip burun kıvırabilirler. Onları yormak istemiyoruz, nefeslerine kıyamıyoruz. Yoksa bilesiniz ki onlarla bu “ideoloji meselesini” tartışmaktan hiç mi hiç çekinmiyor, korkmuyoruz…
 
Şimdilik daha pratik, daha güncel gelişmeler, örneklemeler tartışılmalıdır düşüncesindeyiz. Ancak geçerken küçük bir hatırlatma yapalım; askeri vesayeti ve darbeleri yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninde askeri bürokrasinin rolü ile sınırlamanız ve bunu kısmen ve zaman zaman tek parti dönemlerinin geleneklerine bağlamanız ve yine bir takım yasal mevzuatlara indirgemeniz gerçekçi ve ikna edici görünmüyor. Yer kürenin egemen kapitalist sistemini, sistemin krizlerini, bu krizlerin bizim gibi ülkelere yansımaları ve onu etkileme biçimlerini göz ardı ederseniz, bizlere ideolojilerden münezzeh bir algılama ve yanılsama empoze etmeye kalkışırsanız, elbette ikna edici, inandırıcı olamazsınız. Çünkü insanlığın tarihseli siyasal, evrensel tecrübeleri göstermiştir ki, darbeler, askeri vesayetler üç beş generalin işgüzarlığından daha derin, daha büyük, daha girift nedenlere ve anlamlara sahiptir. Ve darbelerin maliyetleri bazen yapanlar ve yaptıranlar için umduklarından daha büyük olmuştur. Bu nedenle daha az maliyetli, halk ve bütün toplumlar nezrinde daha bir perdelenmiş olan “sivil vesayetleri” tercih edebilirler. Bugün ülkemizde farklı ve karmaşık gibi görünen nedenlerle yüksek askeri bürokrasinin vesayeti, etkisi, etkinliği zayıflamış ve kırılmış görünüyor. Yalnızca bu noktadan bakarsak ve analizleri bununla sınırlı tutarsak, durumun olumlu olduğunu söyleyebiliriz, söylemeliyiz. Ancak bu durum, yürütme erkinin yargı ve hatta yasama üzerinde ve giderek sosyal ve toplumsal hayatı etkilemeye doğru genişleyen yeni bir vesayet biçiminin; “sivil vesayet” biçiminin şekillenmeye, güçlenmeye ve hatta kurumsallaşmaya yönelik çabalarını, girişimlerini ve en önemlisi tehlikesini ortadan kaldırmıyor, tehdit olmaktan çıkaramıyor.
 
Yani askeri vesayetin ortadan kaldırılmış, geriletilmiş, zayıflatılmış olmasının doğal ve doğrudan sonuçlarından birisi olarak demokrasi gerçekleşmiyor, hayat bütün yönleriyle demokratikleşmiyor. En azından bugün bütün veriler, bütün işaretler, sosyal ve toplumsal ilişkilerin toplam sonuçları, ileri sürdüğümüz görüşleri doğrulamaktadır. Bir kez daha ayrıntıları tekrarlamadan söyleyebiliriz ki, gerçek bir demokrasiye duyulan ihtiyaç dünden daha az değildir.
 
Askeri vesayetin kalkmış olduğu çığlıkları, günlük yaşam açısından toplumun büyük çoğunluğu için(ki bunlar demokrasiye en çok ihtiyacı olan toplum kesimidir) pratik bir anlam ifade etmiyor. Kişi hak ve özgürlükleri ve güvenli bir yaşam açısından dünden daha ileri ve daha iyi bir durumda değiliz. Bugün ülkede olup biten bütün gelişmelere objektif olarak biraz uzaktan ve deyim uygun düşerse “Ağrı Dağı’nın tepesinden” bakarsak demokrasi alanında, hukuk alanında, bütün toplumsal ve sosyal ilişkilere egemen olan, bu ilişkileri belirleyen, etkileyen siyasal sistemin demokrasi ile demokratik bir rejimi tanımlayan bütün yönetsel normlar açısından; “Evet, askeri vesayet gitti, yerine demokrasi geldi” diyebileceğimiz bir genel iklimden söz etmek neredeyse imkansız görünmektedir. Özellikle yürütmenin başı olan Başbakanın iradesi üzerinden şekillenmiş görünen bir yönetme biçimi ile karşı karşıya olduğumuz görüşünü ileri sürmenin haklılık payının oldukça fazla olduğunu örnekleyebilecek durumdayız. En son cezaevlerinde yaşanan ve 60. günlere ulaşan açlık grevleri(ki giderek dışarıya da yayılıyor) ve ileri sürülen talepler, çözüme yönelik girişimler konusunda Başbakanın tutuklu ve hükümlü haklarını belirleyen hukuk ve diğer mevzuatları görmezden gelerek siyasal bir tutum üzerinden kilitlediği bir tıkanma söz konusudur. Ancak bu yazı, örnekler sunmayı hedeflemiyor. Yazının konusu ve amacı, vesayetin askeri olanına karşı çıkıp “sivil olanını” yeğlemenin, bir ülkenin ve toplumun geleceği açısından taşıdığı öneme işaret etmeye yöneliktir. Burada gündemde olan yeni anayasanın içeriği, şekilleniş biçimi, toplumun bu çalışmalara katılma kanallarının ve araçlarının niceliği ve niteliği bir ilk adım olarak önem kazanmaktadır. 12 Eylül’ün kötü mirası olan anayasal, yasal bütün belgelerin, hukuk sisteminin hangi ölçülerde değişip değişmeyeceği, gerçekten demokratik bir siyasal-yönetsel sistemin kurulup kurulmayacağı, vesayetin askeri veya sivil biçiminin gelecek yıllara aktarılıp aktarılamayacağı konularında da belirleyici olacak ve aynı zamanda gerçekçi verileri ortaya çıkaracaktır.