havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Yaşam hakkı, türküleri savunmak ve 'Geberin'ci düşkünlük!

Yaşam hakkı; bütün hak kategorilerinin bağlandığı ve konuya ilişkin bütün sözleşmelerin, düşüncelerin öncelediği bir haktır...

4678

 

 

Yaşama hakkının gerçekleşmesi için, toplumların ve devletlerin, somut olarak siyasi iktidarların sorumluluğu vardır. Ve bu hak, yalnızca insanın biyolojik varlığını sürdürmesinden ve onun korunmasından ibaret değildir… Gelişme, değişme, ilerleme ve gerçekleşme anlayışı, çizgisi ve olanaklarının varlığı gereklidir.

 

Ancak bu yazıda, bütün bunları, geniş boyutları ile tartışmak niyetinde değiliz. Yalnızca ve kısaca, diğer öteki hakların gerçekleşebilmesinin gerekliliği de yaşam hakkının olmazsa olmazı ve vazgeçilmezidir. Ve bu hakkın, doğrudan ve dolaylı karşısında olmayı, ona karşı çıkmayı, onu imha etmeyi hedefleyen örneklerin üzerine küçük bir gönderme olacak.

 

Basit bir soru soralım; Türkü söylemek isteyen bir insana, “Sen türkü söyleyemezsin” denilebilir mi? Elbette büyük bir çoğunlukla hayır diyeceğiz. Fakat, bütün bu ‘hayır’lara rağmen, Grup Yorum’a ve onun üyelerine türkü söylemeleri yasaklanabiliyor. Peki, bir soruyu yineleyelim; Grup Yorum’un toplam sayısından korkuluyor diyebilir miyiz? Elbette hayır! Toplasanız bir avuç insan! Peki bu korku neden? Peki bu yasak neden? Sakın, korku türkülerden olmasın!? Türkülerden korkulmasın sakın! Elbette “türkülerden de bir korku olmaz” diyebilirsiniz! Ama işin özü, insanların, halkların birlikte türkü söylemesinden duyulan korkudur!... İnsanların birlikte türkü söylemesinin ortaya çıkardığı enerji, birleşme duygusu, cesaret ve yaratıcılıktır… Türkülerin yarattığı motivasyon ve türkülerin bir araya getirdiği insanların, değişime ve değiştirmeye yönelmeleridir belki de!

 

Evet, Grup Yorum üyeleri açlık grevini ölüm orucuna çevirdiler ve genç bir kadın; sanatçı Helin Bölek ölüm orucunda yaşamını kaybetti!...

 

Türkülerden korkanlar, onun ölümüne seyirci kaldılar… Sorumluluk tüm sessiz kalanlarındır…

 

Mesele, bir mücadele yöntemini tartışmak değil, türkü söyleme isteğinin yasaklanmasıdır!...

 

Saygıyla, anıyoruz…

 

Başka açıdan çok ilgisizmiş gibi görünen bir başka örneği anımsayalım! Sokağa çıkma yasağına tepki gösteren, çocuklarının aç olduğunu ve açlığını söyleyen bir annenin seslenişine ve çığlığına “Geberin” diye yanıt veren bir düşkünlük, yaşam hakkının ve yaşam hakkının bağlam ve bağlantılarının gerçekleşmesine karşı pozisyon almıştır. Bu Roman kadına “Geberin” diyebilecek bir düşkünlüğü gösterebilmiş bir mahluktan söz ediyoruz. Bu ırkçılığın, ötekileştirmenin bir göstergesi olduğu kadar, cehalet ve kibrin bir araya geldiğinde ve kendisini her şeyi söyleyebilecek bir yetkinlikte gördüğünde ve başka bir ifadeyle, cehalet ve kibrin buluşmasının bir koltukla taçlandırılması halinde, toplumlar ve yaşam hakkı için nasıl bir tehlikeye dönüşebileceğinin somut, canlı örneğine tanıklık ettiğimiz bir olaydır yaşadığımız…

 

Lanetlemeyi bile hak etmeyen bir düşkünlüktür bu!

 

Ama biliyoruz ki, onu açığa çıkaran bir iklim de varlığını korumaktadır.

Bir de dışarıdan bir örnek verelim; yazılanların kavramsallaştırmasıyla söylersek, iki Fransız bilim insanı(!), korona için bulunan aşının önce Afrika’da denenmesi gerektiğini söylüyor. Bu iki şahsın genlerinde hala, sömürgeciliğin, işgalciliğin yattığını göstermektedir diyebiliriz. Stadyumlarda bile “Negro” sözcüğünün yasaklandığı  ve o sözü söyleyenlerin, toplumun lanetinin hedefi olduğu bir dünyada, bu iki Fransız düşkününün aşı için denek olarak Afrikalıları göstermesi, yeni tipte bir Negroculuktur! Ve bunların, önce Fransız aydınlanmasından ve Fransa’nın Cezayir’i işgaline karşı çıkan Sartre’dan utanmaları ve yine önce Sartre’ın mezarına gidip ondan af dilemeleri gerekmektedir!

 

Belli ki, Yüzbaşı Dreyfus’u süründürmek isteyen kimi Fransız yöneticilerin bıraktığı kötü mirastan cesaret almış olmalılar. Ve bunlar da yaşam hakkı açısından bakıldığında ancak iki kötü örnek olarak değerlendirilebilir…

 

Hadi birkaç cümle de hafta sonu sokağa çıkma yasağının devlet sırrı saklanır gibi son iki saate kadar saklanmış olmasının yarattığı kaosla ilgili söyleyelim…

 

Üzerinde çok konuşulduğu, eleştirildiği için fazla bir şey söylemeyelim, ama en hafifiyle kaş yapayım derken göz çıkarmak diyebileceğimiz bir durum… Ne bu telaş!? Hiç mi sağ duyu yok!? Sadece kendi siyasal ihtiyaçlarını önceleyen bir tutum mu diyelim, yoksa “biz söyleyelim ne olursa olsun” mu diyelim!? Umarız coronavirüsü bu durumu fırsata çevirmemiş olsun!… Sakin olun baylar, sakin olun!

 

Evet, yukarıya sıraladığımız örnekler, yaşama hakkını etkileyen ve arka planında, yaşam konusunda bir düşüncenin, kültürün ve ideolojinin olduğunu gösteren örneklemelerdir… Yaşam hakkını savunmak, tekil bir olay değildir… İnsanın varoluşu, kendisini değiştirme, geliştirme ve gerçekleştirmesi için başka şeylerin de, başka koşulların da, olanakların da varlığını gerekli kılmaktadır. Sağlıklı bir doğa olmadan, doğanın dengelerinin yaşamı üretecek niteliklere sahip olmasının gerekliliği ortadadır. Kısacası insan yaşamı, içinde bulunduğu habitatın uygunluğu ya da uygunsuzluğu ile doğrudan ilintilidir. Yaşama hakkının gerçekleşmesi için insanın kendisi, toplum ve kurumlar sorumludur.

 

Bu nedenlerledir ki, yaşama hakkını savunmak için, insanın değişimini, kendini gerçekleştirme süreçlerini, toplumların değişip, kendini gerçekleştirme sürecine bağlamadan, onunla birlikte savunmadan ve bunun için mücadele etmeden gerçekleşmeyeceğini bilmek, atılacak ilk adımdır!

 

Bu yönlü bir kültürü, mücadele bilincini, toplumsal empatiyi, birlikte davranma yeteneğini ve birlikte davranmanın araçlarını yaratmadan, sağlıklı bir yaşama hakkını savunmak, tek tek insanların olduğu kadar, toplumların da yaşama hakkını gerçekleştirmeleri olanaklı değildir… Yalnızca biyolojik varlığın sürdürülmesi, yaşama hakkının tam ve eksiksiz olarak gerçekleştiği anlamına gelmez…

 

Bugün dünyayı kasıp kavuran salgın ve hepimizi eve hapseden somut durum gösteriyor ki;  yaşama hakkı, yaşamı doğrudan ve dolaylı etkileyen diğer koşullar ve haklar için de mücadele etmeden elde edilemez ve sürekliliği sağlanamaz. Çünkü yaşamın sürekliliğinin iki yönü olduğunun gerçeğinin üzerinden atlayamayız. Dahası günümüz koşullarında bunun son derece önemli olduğunun da altını bir kez ve yeniden çizmeliyiz.

 

Son cümlemiz; sessiz kaldığımızda yaşam hakkını doğrudan ve dolaylı olarak ihlal eden gerici söylemlere boyun eğdiğimizde ve yine hak ihlallerini besleyen kültürü ve bilinci değiştirmek için cepheden mücadele etmediğimizde bugün yaşanan salgından yeterince ders almadığımızı söylemek abartı olmaz…