havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Hangi tarihe ihanet!?

Danıştay'ın, Ayasofya kararını ve devamında iktidarın karar sonrası attığı adımları, Ayasofya'nın niteliğine ilişkin aldığı kararları, söylemleri ve söylenenleri, bir yere not ederek birkaç hatırlatmanın gerekli olduğu düşüncesindeyiz.

4464

 

 

 

Öncelikle bir müzenin, toplumların tarihleri, kökleri ve buradan geleceğe yönelimleri, ondan ders çıkarmaları, hatta yüzleşmeleri açısından ve yine inançları açısından, taşıdığı değerleri bilmeyen, anlamayan, onu görmezden gelen siyasal paradigmalar, yalnızca yaşanılan anın değil, geleceğin taşıdığı/taşıyacağı sorunları, yönelimleri ve değerleri anlama açısından yetersizlikle maluldür…  

 

İkincisi, Danıştay’ın kararıyla ilgili, Fatih Sultan Mehmet üzerinden yapılan değerlendirmeler ve göndermeler; çağının çok ilerisinde, aydınlanmacı, yaşadığı çağı ve pozisyonu aşan anlayışın sahibi olma niteliklerini taşıyan bir şahsiyeti de anlama konusunda yetersizlikler taşıdığını da söylemeliyiz!... 

 

Üçüncüsü, “kılıç hakkı” diyerek, insanlığın sömürgecilik, yağmacılık ve barbarlık dönemlerini, neredeyse kutsamaya varan ve bu kutsamanın, bugüne dair taşıyacağı ve taşıdığı sakıncaları göz ardı eden söylem ve anlayışlar, kararı temellendirme çabaları nafiledir ve kıymet-i harbiyesi yoktur…

 

Dördüncüsü, bu kararı, dinsel, inançsal argümanlara dayandırmak isteyenlere, geçerken Medine Vesikasını (Medine Sözleşmesi) okumaya, anlamaya ve üzerinde düşünmeye davet edelim…

 

Beşincisi, “milli birlik”, “ulusal çıkarlar” ve “kutsal” diye tanımlanan konularda, egemen siyasetin ve iktidarın arkasına dizilmekte sakınca görmeyen, göremeyen muhalefeti de şapkasını önüne koyup düşünmeye ve yine eğer bu sıraladığımız konularda, egemen siyasetle aynı paradigmalara sahipseniz, “muhalif olma”, “farklı olma”, hatta farklı programlara sahip olma iddialarınızın, kendi eyleminizle geçersiz kılındığını hatırlatmalıyız…

 

Şimdi dönelim, hangi “tarihe ihanet”, hangi “hukuka aykırı” söylemine!?

 

1934 yılı, emperyalizme karşı verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı, kuşkusuz bu savaş ve sonrasında kurulan Cumhuriyet, Mustafa Kemal önderliğinde yazılan tarihten ve gerçekleştirilen cumhuriyet hukukundan başka bir anlam taşımaz… Yani eğer tarih diye yaşanmış, yapılmış ve yazılmış olan bütün süreçleri ifade ediyorsak, 24 Kasım 1934 tarihli, Mustafa Kemal Başkanlığındaki ve içlerinde, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Refik Saydam’ın da imzalarının olduğu bakanlar kurulu kararı tarihe ve cumhuriyetin hukukuna aykırı değildir… Tek cümle ile burada, Osmanlı hukukuna aykırılık iddiasının da pratik, hukuki ve siyasi bir değeri, geçerliliği ileri sürülemez…

 

Öyleyse, akla gelen şey, yapılmış ve yazılmış olan, gerilerde kalmış olan tarih değil, yazılması ve yapılması temenni edilen bir tarihsel düş olabilir!... Örneğin, “Keşke Yunan kazansaydı” diyenlerin, yazmak ve yapmak istedikleri tarih, ya da İngiliz gemisiyle, tacını, tahtını toplayıp, bu coğrafyayı terk eden sultanların ve hilafetçilerin, yazılmasını istedikleri tarih mi!? Yoksa, mandacıların ve mandacılığı, Anadolu’nun kurtuluşuna inanmayanların çareyi emperyalizmin himayesinde görenlerin yapmak, yazmak istedikleri ve düşünü kurdukları tarih mi!?

 

Hangi tarihe ihanettir!?

 

Bu soruları sorma hakkına sahibiz…

 

Şöyle bir soru daha soralım; 20’nci yüzyılın başlarında, üstyapı biçimlenişi olarak, saltanatın ve hilafetin, tarihsel ve siyasal bağlamlarını da düşündüğümüzde, varlığını sürdürebilmesi olanaklı mıydı!? Ve yine Osmanlı’nın bütün ekonomik ilişkileri, üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri olarak yaşama şansı var mıydı!?

 

20’inci yüzyılın başlarında, verili ilişkileri ve bütün bağlam ve bağlantıları değerlendirerek bu soru ve soruna cevap verilmelidir… Burjuva demokratik devrimini yapmamış, siyasi demokrasiden uzak bir imparatorluğun bütün varoluşsal ilişkileri ile yaşama şansı var mıydı!? Kutsanan ve ihanet edildiği söylenen tarih bu mudur!? Buradan mı bir hukuka aykırılık iddiaları ileri sürülüyor!?

 

Ve yine sormazlar mı; 18 yıllık devr-i iktidarlarının niçin bu anına denk getiriliyor Ayasofya konusu!? Danıştay’ın kararını ise, hukuk açısından değerlendirmek safdillik olur!?

 

Şimdi, şunu anlamalıyız; elbette, Ayasofya kararının, onun niteliğinin değiştirilmesinin ve yeni düzenlemeye tabi kılınmasının, güncel, siyasal ihtiyaçlarla doğrudan bir ilişkisi vardır. Ancak, Mustafa Kemal’i dilinden düşürmeyenlerin, 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının, -ki o kararın altında, Atatürk’ün yanı sıra, Celal Bayar’ın ve Refik Saydam’ın imzaları da bulunmaktadır- yok sayılmasını ve hatta “tarihe ihanet” olarak değerlendirilmesini, “hukuka aykırı” bulunmasını, arkadan dolanarak ve utangaç bir biçimde eleştirmeye yeltenenleri de tarih unutmayacak…

 

Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyeti savunamayan, Mustafa Kemal üzerinden Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyetin değerlerine yapılan saldırılara cesaretle karşı koyamayanları, elbette not etmek bir tarihsel sorumluluk olarak kabul edilmelidir…

 

Her tarihsel olguyu, gelişmeyi ve kararı, o günün koşulları içerisinde, bağlamlarıyla birlikte ele alıp değerlendirmeden sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacağı binlerce kez tekrarlanmış bir gerçekliktir…

 

Aynı şekilde, bugün alınan Ayasofya kararı ve bu karara karşı ortaya konulan siyasi değerlendirmeleri, atılan pratik adımları da bugünün koşulları, bağlamları ve ihtiyaçları içerisinde değerlendirmek gerekecektir.

 

Biliyoruz,  Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e karşı bir damar, bir siyasi gerici damar, bir dinci gerici damar, bir saltanatçı ve hilafetçi damar varlığını korumaktadır. Bu yeni değildir. Bu nedenledir ki, yeni bir tarih yapıcılığına, yeni bir tarih yazıcılığına soyunulmuştur. Sembolleri, ritüelleri ve retorikleri oluşturulmak isteniyor ve bu yolda pratik adımlar atılıyor. Ve yine yazılmak istenen bu tarihe, kökler bulunmaya çalışılıyor. Bir geleceğin gerçekleşmesi için, tarihsel köklere ve tarihsel “kahramanlıklar” yaratmaya ihtiyaç duyuluyor.

 

Bunu anlıyoruz…

 

Sonuç olarak; geniş emekçi yığınlarının, Çukurova’daki tarım emekçisinin, doğudaki hayvancılıkla uğraşan emekçilerin, fabrikalardaki milyonların, güncel yakıcı sorunları, Ayasofya kararının dışındadır. Geniş yığınlar, kadınlar, gençler, emekçiler, hani bir zamanlar “3Y” diye tanımlanan, formüle edilen ve sloganlaştıran ve kaldırılacağı ve yok edileceği söylenen o sorunlar vardı ya, bugün o “3Y”yi, yani yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakları, hani bayların söylediği gibi, “çarpan etkisiyle” daha bir ağırlaşmış ve katmerleşmiş iddialarının ayyuka çıktığı zamanları yaşamaktadır…

 

Elbette, bu acılardan ve sefaletten çıkmayı ve kurtulmayı bekleyen, milyonlar açısından Ayasofya kararı, acılarını dindirecek bir etki yaratmayacaktır. Ve biliyoruz ki, bugün açısından Ayasofya kararı, Ayasofya’dan daha derin, daha geniş bir amaçla toplumun gündemine sunulmuştur…

 

Ama nafile!… Acıların ve açlığın etkisi, yoksulluğun ve sefaletin etkisi, yasakların ve yasaklamaların etkisi, Ayasofya’nın etkisiyle, bu acılara bir merhem olamayacaktır… Ayasofya’yı gündemleştirenlerin önüne, yeni ve başka sorunlar üretmiş olarak çıkacaktır…

 

Bekleyeceğiz ve göreceğiz…

 

Einstein’ın bir sözünü anımsatmadan geçmeyelim… Bu söz, Mustafa Kemal’i savunma konusunda ve cumhuriyetin tahrip edilmesine yönelik saldırılar konusunda, utangaç gerekçeler sunanlara ve titrek tavrın ötesine geçemeyenlere ithaf olsun;

 

“Korkunun bedeli, her zaman cesaretin bedelinden daha ağır olmuştur…”