havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Kim korkar kuvvetler ayrılığından!

1647
Hafızalarımızı son bir buçuk ayın tartışmalarına doğru geriye sarıp canlandıralım. Sayın Başbakanın gündeme taşıdığı tartışma konularını bir anımsayalım.
 
Önce on sekiz yaşını bitirenlerin seçilme hakkı tartışıldı. O tartışma gündem dışına düşer düşmez, idam cezasının yeniden yasal mevzuatlara alınması tartışmaları başladı. Olurdu olmazdı derken “Muhteşem Yüzyıl” dizisine kilitlendik. Ve elbette Milletvekili dokunulmazlıkları gündemde özel bir yer tuttu. Ve nihayet geldik bugünlerin ve yine Başbakan Erdoğan’ın açtığı “Kuvvetler ayrılığı “olayı var ya…,” bürokratik oligarşi, yargı” tartışmalarına.
 
Başbakan, kuvvetler ayrılığı ilkesini ve bürokratik oligarşi ile yargıyı hükümet çalışmalarının, icraatlarının önünde engel olarak gördüğünü ifade etti/ediyor. Şimdi, başlıklarını sıraladığımız ve gündemi oluşturan bu tartışmaların toplumsal hayat içerisindeki karşılıklarının olup olmadığı, toplumsal ve sosyal ilerlemenin ihtiyaçlarını ne ölçüde karşılayıp karşılamadığını düşünebilir, değerlendirebiliriz.
 
Demokrasi açısından, hukuk devleti açısından Başbakanın önermelerinin taşıdığı anlamı, ilkesel değerlendirmelerini yapabiliriz. Örneğin, klasik demokrasinin temel değerlerinden, vazgeçilmez normlarından biri olarak genel kabul gören kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırılırsa veya değiştirilirse veya birleştirilirse, demokrasi denilen yönetsel sistemden geriye ne kalır!?
 
Sayın Başbakanın demokrasiden ve hukuk devletinden vazgeçmek gibi bir niyeti yoksa bu tartışmaları neden açtığını yeniden ve yeniden düşünebiliriz, düşünmeliyiz. Kaldı ki, söz konusu edilen kuvvetlere yani yasama, yürütme, yargıya dördüncü kuvvet olarak tanımlanan basını da eklediğimizde ve Başbakanın basına yönelik çıkışlarını anımsadığımızda, söylenen sözlerin altının dikkatle çizilmesi gerektiğini ifade edebiliriz.
 
Başbakan, herhalde yargıyı bir Başbakan Yardımcısına, medyayı hükümet sözcüsüne bağlayacak gazete manşetlerinden sorumlu bir genel müdürlük, haberlerden sorumlu bir danışmanlık kurmayı planlamadığına göre ve şaka yapmayacak kadar ciddi bir makamda bulunduğuna göre bu tartışmaları neden gündeme taşıyor olabilir?
 
Burada çok kısa, bu tartışmaların yaşandığı günlerde hangi olayların gerçekleştiğine bakalım.
Patriotlar ülke topraklarına konuşlandı. Suriye, İran ve Irak ile ilişkiler gerginleşti. İçeride gerilim yükseldi… Ve Başbakanın gündeme taşıdığı bütün konular, birer birer sönümlendi. Elimizde kala kala kuvvetler ayrılığı ilkesini( Başbakana göre engelini) tartışmak kaldı.
 
Bu tartışmalardan birisi, Perşembe akşamı Habertürk de Türkiye’nin Nabzı programında yaşandı. Tanıdık akademisyenler ve iki siyasi partinin sözcüsünün katıldığı, izlenmeye değer bir tartışma programına tanık olduk. Tartışmaya katılan akademisyenlerden biri(isim vermeyelim), Başbakanın kuvvetler ayrılığına yönelik söylediklerini; “Kişiler ve partiler üzerinden değil, ilkeler üzerinden tartışmak gerekir” diyerek, “ yasama, yürütme ve yargının sınırlarının ne olacağının belirlenmesi” gerektiğini söyleyerek ve yine Türkiye de “ muhalefetin zayıflığı” görüşlerini yineledi.
 
Benim ilgimi diğerlerinden daha çok bu görüşler çekti.
 
Kuşkusuz ki kuvvetler ayrılığı ilkesi, bürokrasi ve yargının işleyişi, demokrasi ve anayasal normlar, hukuk ilkeleri açısından ilkesel bir tartışma konusudur. Ama aynı zamanda toplumsal, sosyal ve siyasal hayatın bugününün ve geleceğinin nasıl şekilleneceğini ilgilendirmesi bakımından da yaşamsal bir ilke konusudur.
 
Şöyle de ifade edebiliriz; soyut bir ilke tartışmasından daha çok, doğrudan ülkenin geleceğini ilgilendiren somut, yaşamsal bir ilke tartışmasıdır. Ancak bu tartışmayı gündeme getiren on yıldır o ülkeyi yöneten, hükümetin başı olan Başbakan tarafından dillendiriliyorsa, bu konu ilkesel bir tartışma adına Başbakanın rolünü ikincilleyen, perdeleyen bir tartışma çemberine hapsedilemez.
 
Başbakanlar sıradan yurttaşlar değildir. Sıradan bir aydın, bir akademisyen, bir köşe yazarı ve hatta bir politikacı gibi yalnızca söyledikleri söz ve düşünceleri üzerinden değil; söyledikleri sözlerin, ileri sürdükleri düşüncelerin gerçekleştirilmesi, hayata geçirilmesi açısından pratik, politik bir güce sahip oldukları için, tartışmalardan azade tutulamaz.
 
Muhalefetin zayıflığı konusunu veya eleştirisini iki çizgi üzerinden değerlendirebiliriz. Eğer, parlamento içi muhalefet partilerinin yaptığı muhalefet zayıf görünüyorsa, bu başka bir tartışmadır. Parlamento dışı muhalefet zayıf görünüyorsa, burada son derece karmaşık ve çeşitlenmiş nedenler söylenebilir.
Toplumsal muhalefeti, sendikaları, kitle örgütlerini baskılıyorsanız, sokağa taşan barışçıl ve demokratik gösterileri gaz bombaları ve tazyikli sularla engelliyorsanız, burada muhalefetin zayıflığından değil demokrasinin, hukukun zayıflığından söz edilebilir. Son ODTÜ olaylarında da izlendiği gibi anayasal, demokratik, yurttaşlık haklarının kullanılmasına tahammülsüz bir iktidar sorunundan söz edebilirsiniz. Aydınları, gazetecileri hapishanelere doldurarak, baskı yaparak sindirme yolunu seçiyorsanız, burada muhalefetin değil, demokratik değerlerin yok edilmesinden, zayıf düşürülmesinden söz edilebilir.
 
Kuşkusuz ki bir köşe yazısı hacmini aşan önemli bir tartışma konusudur kuvvetler ayrılığı konusu. Muhalefetin zayıflığı görüşünü ileri sürenler, eğer dolaylı biçimde verili hükümet politikalarını ve hükümeti kuran partiyi savunmuyorlarsa ( ki böyle bir hakları vardır) bu ülkede “analist ve analiz zayıflığı” önemli bir eksik olarak altı çizilmesi gereken bir başka noktadır. Bizim analistlerimiz öylesine soyut toplumsal analizler ve terör tanımlamaları yapıyorlar ki, Sayın Bülent Arınç’ı bile Gülten Kışanak ile ilgili yaptığı açıklama nedeniyle; “şiddet ve korkuyu yeniden üretmek” kapsamında( terörün üçüncü ayağı nitelemesiyle) suçlu ilan edebilirler.
 
Yani özetle söylemek istediğimiz şey; diğer bütün gelişme ve söylemlerle birlikte değerlendirildiğinde, Sayın Başbakanın sözlerini hayra yormak mümkün görünmüyor. Eğer içeriden ve dışarıdan yükselen, yoğunlaşan sorunların etkisiyle bir gündem değiştirme çabası değilse; geleceğe yönelik bir toplumsal, siyasal projenin zamansız dışavurumu olarak değerlendirilebilir.
 
Son söz olarak; Türkiye de zaten kuvvetler ayrılığı ilkesinin yeterince hayata geçirilmediği düşünceleri varken, bunu bile engel gören bir yönetme mantığının şekillendireceği yeni anayasa metni, sakın ola 12 Eylül anayasasının allanıp pullanıp yeni biçimler altında karşımıza çıkarılıyor olmasının yoluna taşlar döşüyor olmasın…