havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Kurt kuzuyu yerken "tarafsızım" demek!?…

Maalesef "kurtla kuzu" hikayesini şöyle bir hatırlatmak zorundayım…

7359

Hani bilirsiniz kurt, karşılaştığı kuzuyu yemeyi kafasına koymuştur… Ama yine de börtü böceğe, uçan kuşa, dağa taşa karşı bir gerekçe uydurma ihtiyacı duyar… Güncel ifade ile söylersek, “işi, fiili hukuku uydurmak” nezaketini göstermekten de geri durmaz. Hikayenin tamamını boş verelim, son cümle olarak; “Onu bunu bilmem, mutlaka senin sülalenden birisi, benim sülalemden birisine küfretmiştir…” der. Sonunu biliyoruz!...

 

Şimdi açlık grevindeki öğretmen Semih Özakça ve akademiysen Nuriye Gülmen’in tutuklanmalarına gerekçe yapılan soruları okuyunca aklıma doğal olarak “kurtla kuzu” hikayesi geldi. Ama bir şey dikkatimden kaçmadı; Kurdun kuzuya sorduğu soruların iç tutarlılığının ve mantığının, daha da ileri giderek söyleyeyim, adalet duygusunun, Nuriye ve Semih’e sorulan soruların ve ortaya çıkan sonucun yanında, neredeyse madalyayı hak edecek bir masumiyet taşıdığını iddia edersek pek de haksız sayılmayız…

 

Uzun yıllar İnsan Hakları Derneği Genel Merkez Yöneticiliği, Çanakkale Şube Başkanlığı ve yöneticiliği yaptığım yıllarda çok sayıda ve farklı gerekçelerle açlık grevlerine tanıklık ettim, sorunun çözülmesi için müdahil oldum... Biliniyor ve biliyoruz ki; ilkeler açısından açlık grevleri, en azından insan hakları örgütleri ve savunucuları tarafından önerilen, teşvik edilen bir yöntem değildir… Ancak ve son çare olarak, kamuoyunun dikkatini çekmek üzere, sadece ve yalnızca kendi bedenlerini ortaya koyarak açlık grevi eylemine başlayan ve sürdürenlere karşı devletler ve hükümetler, tüm özeni ve dikkati göstermek zorundadırlar… Açlık grevinden olanların beden bütünlüğüne, duygularına zarar verecek uygulamalardan ve yaptırımlardan kaçınmak zorundadırlar… Talepleri çözmek, talepleri dikkate almak yerine, açlık grevini bir suç eylemi gibi göstererek, daha doğrusu, kurdun kuzuyu yemek için ileri sürdüğü gerekçelerden daha vahim gerekçeler ve hatta suçlar üreterek inandırıcı olmayan sorularla onları tutuklayarak yaşamlarını riske sokmak, kabul edilemez bir hukuk ihlalidir… Kaldı ki, bu olayda İçişleri Bakanının bir suç üretmesi, onları kamuoyu gözünde suçlu gösterme çabası, ancak kendi hukuksuzluğunu ve yetkisizliğini ortaya koymaktan başkaca işe yaramaz…

 

Mahkemeler tarafından kesinleşmiş hüküm olmadığı sürece; bir kimseyi, İçişleri Bakanları da dahil olmak üzere, suçlu ilan etmek, en hafif ifade ile, “suçsuzluk karinesinin” ihlali anlamına gelir, kendi suçluluğunu, daha açık ifade ile söyleyenin, kendini mahkeme yerine koyanların suçluluğunu ortaya koyar…

 

Benzer olayların, Sözcü ve Cumhuriyet Gazetesi, yazar ve çalışanları için de geçerli olduğunu söylemeliyiz…

 

Yani neredesinden bakarsanız, daha doğrusu, en basit hukuk kuralları açısından baktığınızda, adaletle, hukukla, demokrasiyle, demokratik değerlerle bağdaşmayan işlerle, uygulamalarla karşı karşıya kalındığı söylenebilir…

 

Bütün bu uygulamalar, 15 Temmuz darbe girişi sonrasında yaratılan, toplumsal psikoloji ve ilan edilen OHAL çerçevesine oturtulmak isteniyor… Ancak öyle işler oluyor ki, öyle şeylere tanıklık ediyoruz ki, Fethullahçı darbe girişimine de, onun bütün yaratmak istediği, elde etmek istediği her şeye A’dan Z’ye karşı olanlar, karşı olduğu kamuoyu tarafından da açıkça bilinenler bile, bir yerlerde üretilen ve çoğu kez inandırıcı olmayan gerekçelerle bu terör örgütü faaliyetine eklemlenerek, ilinti kurularak cezalandırılıyor, cezaevlerine atılıyor, işinden, aşından, ekmeğinden ediliyor…

 

Hukuk güvencesi, neredeyse ortadan kaldırılmıştır… Dahası, bırakalım, hukukun evrensel normlarını, gerçekten kimi olaylar karşısında insan, bu ülkede bir anayasanın geçerli olup olmadığı sorusunu sormak durumunda kalıyor…

 

Her şeyin cevabı; OHAL!... Peki ne zaman kalkacak OHAL? Deniliyor ki; “Refah ve huzur gelince…” Yani refaha ve huzura kavuşunca!... Peki bu refah ve huzurun bir tarifi var mı? Peki bir tarihi var mı? Peki nasıl getirileceği konusunda ortada bir fikir, bir yol, yöntem var mı? Peki bu ‘refah ve huzur’dan kimin ‘refahı ve huzuru’ anlatılmak isteniyor? Mesela sıradan insanlar, sıradan yurttaşlar bundan ne anlamalı? Cevap var mı? Bir bilen var mı? Bir soru soran var mı?

 

En azından iddia edebiliriz ki büyük çoğunluğun bu konuda bir fikri yok…

 

Neyse Semih ve Nuriye’yi tutuklayan adalet, tutuklayan hukuk, Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’yı tutuksuz yargılanmak üzere evine yollayarak yüreğimize su serpti!...

 

Nuriye ve Semih’in anneleri ve yine başında tekmelerin izi kalan Veli Saçılık’ın annesi, Kavurmacı’nın “mağduriyetini” gideren adaleti duyunca teselli bulmuşlardır inşallah…

 

Ha bir de anlayamadığım, “Türkiye açık cezaevi” diyerek parklarda volta atan CHP’li milletvekilleri, voltalarını daha ne kadar sürdürecekler?

 

Yorulmayın baylar!... Allah korusun hasta falan olursunuz, size “günaydın” demek istiyorum… Dizinize kuvvet diyeceğim amma siz parklarda volta atarken, bu etkisiz eylemle yorulup bitap düşerken, “atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş” görünüyor…

 

Umarım, volta atmaktan daha etkili şeyler aklınıza gelir!...

 

Velhasıl kelam; bir bilinmez, bir anlaşılmaz, hukukun çürütüldüğü, vicdanların karartıldığı, bir garip yerindeyiz tarihin… Hani denir ya; “Kurt kuzuyu yerken tarafsız kalmak kurttan yana tavır almak anlamına gelir…”