havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Nazım Hikmet hala mahkeme salonlarında!..

Önce şunu söyleyelim; Özellikle de her şeyin, kendisinin dışında gerçekleştiğini düşünen, öyle zanneden, o büyük sessiz yığınlara yönelik olsun bu sözümüz..

6181

  Aslında, daha önce de yazdığım bir sözü yineleyeceğim… Sanılmasın ki, demokrasi, demokratik haklar ve özgürlükler küçülürken, geniş halk yığınlarının ekmeği büyüyecek, özgürlükleri artacak…

 

Bilmeliyiz ki, hangi tarihsel koşullarda olursa olsun, hangi ülkelerde olursa olsun, demokratik haklar ve özgürlükler kısıtlanırken, ekmekler büyümez, işsizlik sorunu çözülmez, yani ekmek ve hürriyet arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hürriyetiniz yoksa, ekmeğiniz de yoktur, işiniz de yoktur, aşınız da yoktur, açsınız, işsizsiniz  ve sıkıntıdasınız… Emekçiler açısından durum böyledir. İşinizi ve ekmeğinizi elinizden almak isteyenler, önce söz hakkınızı, ifade özgürlüğünüzü ve hürriyetinizi kısıtlamakla işe başlar…

 

 Şimdi buradan, sesi ve sözü kısılıp kısıtlananlara, özgürlükleri elinden alınıp, mahpuslara tıkılanlara dair birkaç söz söylemeliyiz.

 

İlginç davalar görülüyor.

 

Örneğin Sözcü Davasında adli yıl yeni bitmiş ve ne tesadüf mahkeme heyetinin iki üyesi izinli, dava 28 Ekim’e erteleniyor.

 

Gazetecilerin sayısını unuttuk ne zamandan beri ve kaç kişi mahpusta.

 

Aydınını, gazetecisini susturan bir toplum, sağlıklı bir toplum olamaz. Ve yine kendi işsizliği ile küçülen ekmeğiyle ve yaşadığı tüm ekonomik sorunlarla sesi susturulanlar, kısılanlar ve özgürlükleri elinden alınanlar arasında, ya da bu iki nesnel durum arasında doğru ilişkiler ve bağlantılar kurmayanlar açısından, durumun daha da derinleşeceği ve sorunların giderek artacağı bir kaçınılmazlıktır.

 

Bakınız, Demirtaş Davasını AİHM’e göre ayarlayan bir yargı; bir partinin genel başkanını bunca uzun süre hapiste kalmasının hukuki bir karşılığı, verili durum içerisinde ikna edici görünmüyor. Eren Erdem’in mahpusluğu da yine öyle…

 

Sadece bu kadar değil, dışarıda olanları da korkutup sindirecek, söz söylemesini, yazı yazmasını engelleyecek bir siyasal iklimin bir korku ikliminin oluşturulmak, yaratılmak istendiğinin farkındayız…

 

En son Canan Kaftancıoğlu davası örneği; Burada beni en çok etkileyen, Nazım Hikmet’in şiirinin hafifletici nedenleri uygulamamanın gerekçesi olmasıdır. Başka bir ifade ile “ağırlaştırıcı sebep” sayılması…

 

Bu konu davanın özü kadar önemlidir. Biz yurtseverliği, insanı ve insanlığı sevmeyi, taşı, toprağı, ağacı, yıldızları sevmeyi, ama en önemlisi dili sevmeyi, dilimizi sevmeyi, Türkçe’yi sevmeyi ve başka dillere saygılı olmayı, okumayı, öğrenmeyi, velhasılı insan olmayı, onun şiirleri ile yetkinleştirip tamamladık. Yıldızlara bakmayı, başımızı gökyüzüne kaldırmayı, hayal etmeyi, merak etmeyi, meraklarımızı giderecek sorunların peşinden gitmeyi Nazım Hikmet’in şiirlerinden öğrendik…

 

Simavne Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin’i, Börklüce Mustafa’yı, Akşehir üzerinden Afyon’a giden kağnıları ve Kuvvayı Milliye Destanı’nı Nazım Hikmet’ten öğrendik.

 

Merak ediyorum, o mahkemenin yargıçları,  hiç Nazım Hikmet Şiiri okumuşlar mı? Bir dilin, Bu kadar görkemli kullanılabileceğinin ve Nazım Hikmet gibi şairler olmadan, Türkçe’nin derinliğinin ve anlamının somutlanabileceğinin farkına varabilmişler mi?

 

Hangi şiir okunursa okunsun, şiiri düşman gören bir hukuk paradigması, bir yargılama paradigması, kendi derinliğine ve adaletine ulaşabilir mi, onu gerçekleştirebilir mi? Merak ediyorum.

 

Şiirlerin dostluğunu ve anlamını yitirenler, adaletin yolunu bulabilirler mi? Bu soruyu birilerinin cevaplaması gerekiyor.

 

Sonuç olarak, sıralamaya çalıştığımız yargılamalar ve ülkenin içinde bulunduğu “ahval ve şerait” ve derin ekonomik kriz, ki şimdi okulların açılması ile daha can yakıcı bir noktaya evrilmiş, eğer böylesi toplumu ikna etmeyen, en azından büyük çoğunluğunu ikna etmeyen ve adalet duygusunu zedeleyen böylesine kararlarla, üzeri perdelenecek ve toplum sessizliğe gömülecek sanılıyorsa, bu yalnızca hukuku yok saymanın değil, tarih bilmezliğin de bir göstergesi olarak değerlendirilebilir…

 

Ve yine toplumlar da bugünlerde yağmalanıp yok edilen, talan edilen ve tarihi milyonlarca yıla varan, doğanın yapıp ortaya çıkardığı, emek verdiği, ormanların ve toprağın, bitki örtüsünün, tıpkı Kazdağları’nda olduğu gibi yok edildiği ve o toprağın nereye gittiği bile bilinmediği, ki milli ve yerli edebiyatını dilinden düşürmeyenlerin, değil milli, değil yerli, değil tarihsel, bu değerlerin yok edilmesine sessiz kalındığı ve kalınacağının sanıldığı; yani ormanlarda da ikili hareket vardır. Bir, yüzeyde gördüğümüz hareket, ikincisi derinde biriken hareket.

 

Başka bir ifadeyle, ormanlar ve toplumlar, iki yönlü birikim ve hareket içerisindedir. Bir görünen, gözlemlenebilen, dokunulabilen değişim ve hareketler, ikincisi ormanlarda yukarıdaki harekete doğrudan etki eden toprağın altındaki hareket, toplumlarda da aynen böyledir… Bir gördüğümüz, gözlemlediğimiz, dokunabildiğimiz hareket ve eylemlilik ve bir de açığa çıkmamış, biriken, biriken ve geleceğin hareketini ve eylemliliğini belirleyecek olan henüz açığa çıkmamış birikimler…

 

Sonuç olarak, sanılmasın ki yazılanlar, yapılanlar ve verilen kararlar insanlığın hafızasından silinip gidecek. Hayır!... Her şey tarihin ve insanlığın hafızasında kalın çizgilerle yazılı olarak ve bir gün hiç kimse, o büyük yüzleşmeden kaçınamayacaktır…

 

Şimdi buraya Nazım Hikmet’in geçmişe dair satırlarını ve geleceğin umut aşılayan dizelerini aktararak yazımızı sonlayalım…

 

“…Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.

Çelebi hünkar idi amma

Al Osman ülkesinde esen

bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.

Köylünün göz nuru zeamet

alın teri timar idi.

Kırık testiler susuz

su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.

Yolcu yollarda topraksız insanın

ve insansız toprağın feryadını duyar idi…”

 

Ama asıl Nazım Hikmet’in çizdiği, bize anlattığı ve hayallerimizi ve geleceğimizi ve umudumuzu besleyen dizeler ise;

 

“…Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yârin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için…”