havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Sorunlara Bütüncül Bakmak

2770
Son günlerin en yoğun ve keskin tartışmalarının üç konu üzerinde yoğunlaştığını ve hatta süreklileştiğini söyleyebiliriz. Birbirinden bağımsız ve ilintisizmiş gibi görünen bu üç konu veya olayın aslında ve “özünde”, yine birbirine kopmaz bağlarla bağlanmış, iç içe geçmiş, bütünleşmiş iki genel ve temel eksenle ilişkili olduğu ve hatta bu temel eksenin beslediği ve ürettiği sonuçlar olduğu söylenebilir.
 
Yukarıda yaptığımız genellemeyi somutlayarak devam edelim. Söz konusu üç olay, cezaevlerinde yatan, çeşitli davalardan tutuklu ve hükümlü Kürt siyasetçilerin başlattığı ve 50. günü geride bırakan açlık grevleri, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü üzerindeki şüpheler ve bu konuya ilişkin olarak bir gazetenin zehirlenme iddialarını manşete taşıması ve de Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında CHP’nin tutumuna ilişkin tartışmalar!...
 
Söylediğimiz gibi birbirinden bağımsızmış görünen bu olayların “özünde” bugün artık iç içe geçtiğinin sayısız örnek ve argümanlarını ortaya koyabileceğimiz Kürt sorunu ile demokrasi sorununun birleştiği ve ülkenin yönetme-yönetilme ilişkilerini belirleyen bir ana gövdeyle doğrudan ilişkili olmaları ve bu ana gövde üzerinde düğümlenmiş olmalarıdır!...
 
Birincisi, bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle açlık grevleri devam ediyordu. Umuyoruz yayınlandığında sonlanmış olur. Burada çok açık biçimde şunu söyleyebiliriz: Kürt sorununun çözümlenmemiş olması, ürettiği başka sorunlarla birlikte açlık grevlerini ve açlık grevleri ekseninde ve etrafında gelişen ve gelişecek olan daha başka sorunların temel kaynağı ve üreticisidir. Açlık grevinde ileri sürülen talepler Kürt sorununun çözümsüzlüğü ile doğrudan ilişkili olduğu kadar demokrasi, insan hakları, hukuk ve tutuklu ve hükümlülerin hakları ile de doğrudan ilişkilidir. Dahası, ve pratik olarak bu genel çerçeve içerisinde ve belirleyici ilişki biçimi olarak yönetme-yönetilme kültürünün ve tarzının doğrudan etkilediği bir alan ve sorun olduğunu da söylemek mümkündür. Şunu demek istiyoruz; açlık grevinde yönetim erkinin aldığı tavır, soruna yaklaşımı, kullandığı dil somut durumu çözümlemeden daha çok, itibarsızlaştırmaya, toplumsal algıyı çarpıtmaya yönelik “müesses nizamın” geleneksel yerleşik refleksine uygun biçimde gerçekleşiyor. 2000’li yılların başında cezaevlerinde gerçekleştirilen açlık grevleri ve ölüm oruçları hala etkilerini ve izlerini sürdürürken, ölümlere neden olan müdahalelerden ve yarattığı sonuçlardan ders alınmamışçasına bugün yaşanan açlık grevlerine yönelik ibretlik açıklamalara ve kışkırtıcı ifadelere tanık oluyoruz. Oysa bugünkü tablo, yaşanılan süreç, açlık grevini sürdürenlerin politik tutumları ve ileri sürdükleri talepler, bu taleplerin Kürt sorunu ile doğrudan ilişkisi, 2000’li yılların başında tanık olduğumuz açlık grevlerinden son derece farklıdır. Açlık grevlerinin istenmeyen sonuçlar doğurmasının, Kürt sorununun üzerine yeni sorunlar ekleyerek, etkisi yıllarca sürebilecek katmanlar oluşturacağını şimdiden söyleyebiliriz. Sorunun iç bağlantıları, disiplinleri, kültürü olduğu kadar Kürt sorununun genel çizgisi üzerinden demokrasi ile, insan hakları ile doğrudan bağlantılı olduğunu unutmadan, çözüm perspektiflerinin buradan kurulmasının da evrensel hukukun zorunlu bir yaklaşımı olduğunu ifade etmeliyiz.
 
İkinci tartışma “Turgut Özal öldü mü, öldürüldü mü?” tartışması idi. Burada adli tıptan çıkacak sonuç ne olursa olsun, toplumda Turgut Özal’ın ölümü üzerindeki şüpheler kolayca ve kısa sürede giderilemeyecektir. Bu toplumsal algıyı yaratan nedenler, doğrudan ülkenin demokrasi tarihi ile, hukuk normlarını günlük yaşamın bir kültürü haline getirmesi ile, devletin yapısı ile ve Özal döneminin yönetsel, siyasal özgünlükleri, karakteristikleri ve sonrasında meydana gelen gelişmelerin biçimlenişi ile ilişkili olduğunu ve onun sonucu olduğunu söylemeliyiz. Tarihi, özellikle ve yoğun olarak 12 Eylül Darbesinden itibaren (Öncesini konu dışı bırakıyoruz.) siyasi cinayetler, faili meçhullerle dolu olan bu ülkede Özal’ın zehirlenerek öldürülmüş olmasını düşünmekten ve bu algının ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir? Bu nedenle Özal’ın ölümünü, hatta daha önce uğradığı silahlı saldırıya karşı karanlıkta kalan olayları düşündüğümüzde, bunun demokrasi ve Kürt sorunu bağlamında ele alınmasını ve tartışılmasını şimdi daha kolay anlayabiliyoruz.
 
Burada anlatmak istediğimiz ve tartışmalara neden olan bir diğer konu ise CHP’nin merkezinde olduğu, özellikle Ankara’da gerçekleşen Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, yaşanan olaylar, gerilimler, tartışmalar ve bunun özel olarak toplantı ve gösteri hakkı ile, genel olarak ise hukuk ve demokrasi ile olan ilişki ve bağlantısıdır. Ankara valisinin yasaklama gerekçesi olarak öne sürdüğü “provokasyon”, illegal örgütler istihbaratı üzerine şekillendirdiği gerekçeler; anayasal, hukuksal, demokratik, kültür ve gelenekler ile çelişen, örtüşmeyen gerekçelerdir. Konuya ilişkin olarak Başbakan ile Sayın Cumhurbaşkanının aldığı tutumları ve açıklamalarını, “nifak sokucuların(!)” safına düşmemek için tartışma dışında bırakıyoruz. Ancak Başbakanın ve daha sonra kimi alanında uzman, anlı şanlı profesörlerin bir açıklamasını anımsayalım. Başbakan ve ÇOMÜ Rektörü Laçiner’in de dillendirdiği “Türkiye’de bir muhalefet sorunu var” ifadesinin, demokrasi, hukuk ve yönetme kültürü açısından altını çizmekte, hatırlatmakta yarar görüyoruz. Ve yine aynı sayın isimlerin, birçok muhalefeti, eleştiri ve gösterileri “ideolojik” olarak nitelendirdiklerini de hatırlayalım. Her protesto hareketini, protestocuların sayılarından bağımsız olarak kabaca ideolojiye bağlamanın, “Marjinal gruplar yapıyor” diyerek aşağılamanın, “tepinmek”, “bağırıp çağırmak” diye küçümsemenin, kişi hak ve hürriyetleri ile örtüşmediğini, demokrasi kültürünün yerleşmesine katkısı olmadığını geçerken belirtmiş olalım.
Evet, bir ülkede “muhalefet sorununun” varlığı, demokrasi açısından bir eksikliktir. Ve hatta muhalefet yapma biçiminin demokrasi ile, eleştiri kültürü ile, yurttaşlık haklarının tekil veya çoğul olarak kullanılma bilinci ile doğrudan bir ilişkisi olduğunu ifade edebiliriz. Ama daha önemlisi, muhalefet yapma biçiminin; iktidarların, hükümetlerin ve daha genel anlamda devletin anayasal sisteminin, hukuk normlarını günlük yaşama geçirme tarzı konusunda sağladığı olanaklar ve demokrasi kültürü ile, ve tüm bunların doğrudan sonuçları üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini unutmamalıyız. Yine burada daha açıkça şunu söyleyebiliriz: Eğer bir ülkede muhalefet sorunu varsa, bu sorun yalnızca muhalefet yapanların değil, muhalefet partilerinin değil, iktidarların, hükümetlerin, demokrasinin, hukukun sorunlu ve sorumlu olduğunu; yönetenler ile yönetilenler arasında var olan bütün ilişkilerin(ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve hukuksal) problem alanlarının olduğuna işaret eden olgular olarak değerlendirilebilir.
 
Burada toparlayarak söylememiz gerekirse, açlık grevlerini ortaya çıkaran nedenler ve ileri sürülen taleplerle, Özal’ın ölümüne yaklaşım, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında alınan tutum; Türkiye’nin yönetilme biçimi, toplumsal kültürü, devletin tarihsel şekillenişi ve gelenekleri üzerinde gerçekleşmekte ve bu zemin üzerinde anlam kazanmaktadır. Kürt sorununun bugün geldiği nokta ve aldığı şekil ile demokratikleşme sorunlarını, çözüm mantığını ve araçlarını birlikte akılcı bir yöntemle oluşturup çözümlemediğimiz sürece, yeni sorunlar ve gelişmelerle karşılaşacağımızın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Statükonun eskimiş paradigmasının refleksleriyle her gelişmeyi ideolojik bulan yaftalayıcı, her taşın altında provokatör arayan paslı silahlarını kullanarak bugüne kadar sorunları çözemediğimiz gibi bundan sonra da çözemeyiz.
 
Muhalefet eleştiricilerine gelirsek, eğer istedikleri ve beklentileri “majestelerinin muhalefeti” ise
daha açık konuşup yazarlarsa ; bizlerde muhalefet yapma biçimimizi baylarımızın istek ve beklentilerine göre yeniden şekillendiririz!...
 
Yeter ki gönülleri kalmasın, emirleri başımızın gözümüzün üstünedir!...