havadurum
Ensar İlyasoğlu

ensarilyasoglu@gmail.com

Türkiye özeti; Kuğulu Park!..

Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece, en çok da kuğuları merak ettim... Kuğulu Park'ın kuğularını... Orada Küçük bir havuz vardı, boyun boyuna, sarmaş dolaş yüzerlerdi. Doyumsuz bir görüntüydü... Bilmiyorum hala, havuz ve kuğular orada mı!? Ha bir de İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi'ne 100 metre kadar uzaklıktaydı Kuğulu Park. Belki şimdi taşınmış genel merkez, bilemiyorum!...

4191

 İnsan hakları oradan uzaklaşmış olmalı… Yoksa onlar da gelirdi Kuğulu Park’a, insan hakları savunucuları…

 

Doğrusu, o akşamdan başlayan hikaye; Baro Başkanlarının Kuğulu Park’taki oturuşları, sonra parkın çevresinin polis otobüsleri ve araçlarıyla çevrilmesi, diğer avukatların parka sokulmaması… Yani bu hikaye, bana sorarsanız, Türkiye’deki, son siyasal-toplumsal gelişmelerin ve olayların özeti gibiydi!.. Belki, en sade söylemle, Türkiye’nin özeti…

 

Abartısız, sade, yalın düşünmeye çalışalım!.. Barolarla ilgili koparılan kıyamet, Türkiye’nin hangi sorunlarını çözecek!? Hadi “iş, aş, ekmek” demeyelim… Hadi, “ücretler, yoksulluk ve yoksunluk” demeyelim… Hadi “işsizlik” falan da demeyelim… Avukatların ve bir bütün olarak, hukukun ve özel olarak yargının ve bunlara bağlı diğer ilgili ve ilintili çevrelerin ve olayların çözümüne hangi katkıyı sunacak!? Neyi çözecek, hangi sorunları çözecek, anlayan var mı!?

 

İşin erbabını dinlediğimizde, akla gelen soru ve sorunları çözmek yerine, daha da artıracakmış yorumları yapılıyor. Hatta, yargıya dair yeni sorunlar üretme potansiyeli taşıyor diyenlerin sayısı da azımsanmayacak ölçülerde!..

 

Şimdi, dedik ya Kuğulu Park Türkiye’nin özeti gibiydi… Ne demek bu? İç içe geçmiş, girift hale gelmiş sorunlar içerisinden, daha doğrusu sorunlar yumağı içerisinden, hangisine, hangi soruna dokunsanız ucu, etkisi diğer sorunları da hareketlendirip tetikliyor…  Çünkü zemin, sorunları ortaya çıkaran sistem, aynı zamanda sorunları birbirine bağlıyor ve çözümlerini de ya birbirinden bağımsız olarak çözmeyi olanaksız, ya da hemen hemen olanaksız hale getiriyor…

 

Özetle, avukatların çabaları, direnişleri ve dirençleri; verili koşullarda, söz konusu edilen yasanın çıkmasını engellemeye yetmeyebilir, Onlara destek veren çevrelerin destekleri ve etkinlikleri de yetersiz kalabilir… Öyle anlaşılıyor ki, bu mücadele daha uzun süre devam edecek.

 

Yetmezmiş gibi, eş zamanlı olarak, Ayasofya’nın ibadete açılması mı diyelim, yoksa yeni bir niteliğe ve işleve büründürülmesi mi diyelim, konusu, daha doğrusu davası, Danıştay’dan, davayı açanların istedikleri gibi sonuçlandığı haberlerini duyduk… Yani, Ayasofya’nın bugünkü statüsünü belirleyen, altında Mustafa Kemal’in imzası olan Bakanlar Kurulu Kararı, iptal edilmiş mi oluyor!? Geçerken, bir taşla iki kuş vurmak mı desek, yoksa geçerken, hani Mustafa Kemal’in imzasını da etkisiz kılmak mı desek, ya da Danıştay’ın, Mustafa Kemal’in altında imzası olan, daha doğrusu o günün (1934) Bakanlar Kurulu Kararını iptal etme yetkisi, başka bir hukuki tartışmanın yolunu açmaz mı diye sorsak ve devam etsek; bu karar, Mustafa Kemal Atatürk’le çok dolaylı bir biçimde, bir hesaplaşma niteliği taşımaz mı diye sorsak ve bununla yetinsek şimdilik!?

 

Başka bir şey daha, duyduk ki Müjdat Gezen ve Metin Akpınar ile ilgili “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla 4 yıl 8 ay ceza istemiyle dava açıldı. Kimse kimseye hakaret etmemeli!.. Ancak, her eleştiriyi, hakaret konusu ve dava konusu sayarsak, iş içinden çıkılmaz hale getirilmiş olur!..

 

Bu büyük mizah ustalarının, insanlara, dahası “Cumhurbaşkanına hakaret” gibi bir söylemlerinin olacağına inanmak, olası gözükmüyor bize!..

 

Hakaret; aczin, cehaletin ve yetersizliğin bir sonucudur… Biz böyle bir şeyi, bu iki mizah ustasına yakıştıramayız…

 

Elbette diyoruz ki; şimdi bütün bu gündemin ön sıralarına yükselen, ya da yükseltilen olaylar, içinde yaşanılan koşulların, ekonomik krizlerin, hatta kimi ekonomistlere göre, krizden daha ziyade, bunalım olarak tanımlanabilecek gelişmelerin, üzerinin örtülmesi için köpürtülmüş durumlar olmasın sakın!…

 

Şimdi, daha önceki yazılarımızda da değinmeye çalıştığımız gibi, kapitalist-emperyalist sistemin ürettiği sorunlar, insanlığa dair, doğaya dair, yaşamın tüm alanlarına dair çözüm üretemez bir evreye girmiştir… Kısacası kapitalist-emperyalist sistem, insanlığın, insanca yaşayabileceği bir dünyanın önündeki en büyük engel haline gelmiştir… Bu sistemin, A’dan Z’ye değişmesi gerekmektedir. Artık, günlük olarak yaşanılan tüm sorunları ağırlaştıran, işsizliğin, yoksulluğun, savaşların, salgınların ve kötülüklerin üretildiği bir dünya ile yüzyüze gelinmiş ve özellikle emekçiler açısından, bir avuç tekelci sermaye sahiplerinin dışında kalan tüm sınıf, tabaka ve katmanlar için yaşam çekilmez hale gelmiştir…

 

Bu nedenledir ki, sermaye iktidarları, özellikle 1929 kapitalizmin büyük bunalımından sonra ortaya çıkan faşist diktatörlükleri ve gerici iktidarları günümüz koşullarına uyarlayarak, diktatörlükleri bir kader gibi sunmaya ve kabullenmeye yönelmişlerdir… En azından büyük sermaye çevreleri tarafından durum böyledir. Çünkü ve giderek, kapitalist-emperyalizmin bunalımının sonuçları ve bu bunalımdan çıkışın faturası, emekçi sınıf ve tabakalara ve ezilen halklara ödetilmek istenmektedir.

 

“Kırbaç politikası” diye tanımlanan politikaların, baskı, şiddet ve yasaklamaların uygulamaya sokulmak istenmesinin arkasında yatan gerçek neden, tam da bu noktada aranmalıdır.

 

Evet, elbette bu, öylesine yalın biçimde gerçekleştirilmek istenmiyor. Yeni bir ideoloji savunuluyormuş gibi, yeni bir tarih yazılıyormuş gibi, yeni kahramanlar keşfediliyormuş gibi, hatta yeni bir ülke inşa ediliyormuş gibi, cafcaflı söylemlerle ve yeni düşmanlar üretilerek ve yapay sorunların köpürtülmesi eşliğinde, “Gobbelsçi propagandalar” tekrarlanarak gerçekleştirilmek isteniyor…

 

Bugün, dünyanın değişik ülkelerine, oradaki gelişmelere, emekçilerin tepkilerine baktığımızda, sorunlarını irdelediğimizde, ortaya çıkan tüm durumların, kapitalist-emperyalist sistemin bir sonucu olduğu ve bu sorunların; işsizliğin, eğitimsizliğin, yoksulluğun, doğa tahribatlarının, sömürünün buradan kaynaklandığını ve siyasi gerici burjuva hükümetlerin, neredeyse tamamının, asıl sorunları unutturmak için benzer propagandalar yaptıklarını ve benzer yönetsel ilişkilere başvurduklarını gözlemleyebiliriz…

 

Çözümün, esastan ve kökten sistem dışı olduğu gerçeğini unutmadan, demokratik kazanımları, hayatın bütün alanlarında, yaşamın iyileştirilmesi taleplerini göz ardı etmeden bir mücadelenin kaçınılmazlığı giderek daha çok kendini göstermektedir.

 

Artık, sistem içi çözümlerin, refah dönemlerindeki kadar, eskisi kadar gerçekleşmeyeceğini, gerçekleşemeyeceğini, yani “havuç politikalarının” yerini, zorun ve zorbalığın almasının nedenlerini,  bir yönüyle havuçların tükenmesinde, diğer yönüyle halkların zapturapt altına alınmasının gerekliliğine(!) ve o düzeni değiştirecek güçlerin ortaya çıkmasından duyulan büyük korkuda görenlerin telaşında aramak gerekmektedir…

 

Son sözümüz; Kuğulu Parkı, bütün bu çelişkiler yumağı içerisinde, ülke gelişmelerinin çarpıcı bir özeti olarak ele almak ve değerlendirmek herkes için öğretici olacaktır.