olucak@gmail.com
Paris, bitimsiz aşkların, belki günahların ama her şeyin sanatla yaşandığı, cezbedici, sofistike bir kadın gibi.
Bazı kentlerin kendine özgü karakterleri içinde yaşayanları da orada olmak, yaşamak isteyenleri de biçimlendiren görünmez, sihirli bir el gibi etkiliyor. Tıpkı Paris gibi, İstanbul gibi. Tarihin asla eskitemediği surlar, duvarlar ve kaleler adeta bu kentleri dış dünyanın yıkıcı, yok edici, zorbalıklarla dolu tehditlerinden koruyan kahramanlar gibi, korkusuz, meydan okurcasına yükselmeye devam ediyor. Kötülük yüzyıllarca bu kentleri yok etmeye, diğer birçokları gibi sıradan, çelik ve betonlu şehirlere dönüştürmeye çalışsa da bu şehirlerin ruhu asla dönüştürülemeyen dayanıklılığıyla direniyor.
İstanbul ne kadar orasından burasından çekiştirilip modern zamanların mesai öncelikli şehirlerine benzetilmeye çalışılsa da olmuyor, olamıyor; zamanın ötesinden akıp gelen boğazın derin suları gibi ruhunun derinliklerinde kendisini saklamaya, korumaya devam ediyor. Tıpkı Fransa’nın başkenti Paris gibi. Paris, devrim şehri. Aşk ve sanat ile yoğrulmuş, ağaçlar, çiçekler ve sularla bezenmiş dünyanın tek düze yaşam biçimine kafa tutan, isyankâr şehir. En çok gülen, şarkı söyleyen, neşeli ve cüretkâr insanlarıyla kendini gösteren Paris. Her daim cazibeli, yaşı olmayan, özgür ve güzel bir kadın gibi. Şüphesiz her mevsimde bu cazibesine kapılan turistleri ağırlamaya devam ediyor ama Paris en çok baharda güzel.
Baharda en güzel çiçeklerini açmış, asırlık ağaç misali gelenleri cömertçe kucaklıyor Paris. İlk önce dünyanın en büyük sanat müzesi Louvre, Musée du Louvre, çağrıyı yapıyor, malum eşsiz sanat eserleriyle ayrıcalıklı bir ziyareti hak ediyor doğrusu. Müzede bütün koridorlar Mona Lisa’ya çıksa da hayranlıkla izlenen her ayrıntı heyecanı yükseltiyor ve bekleyiş ilk buluşmanın ikircikli duraksamalarıyla sürüyor, ta ki o meşhur salonun önündeki uzun, upuzun kuyrukları görene kadar. Şimdilerde kuyrukları bitirmek için tam Mona Lisa’nın önünde 15 dakikalık yeni bir bekleme sonrasında yaşanan kavuşmalara yeni bir çözüm bulunmuş; yeni dönemde kavuşmalar daha büyük salona taşınıp bu gönüllü izdihamdan vazgeçilesiymiş. Belli ki, İtalya’nın Floransa şehrinde, Rönesans döneminin önemli sembol eserlerinden biri olarak Leonardo da Vinci tarafından resmedilen Mona Lisa, izleyicilerini vakur bir tebessümle süzmeye devam edecek.
Evlenmek için bu dünyanın en romantik şehrini seçenler kadar sanatçı kimliğini geliştirmek isteyenlerin de her zaman kavuşmak istediği bir şehir olmuş Paris ve Paris’in sanatçı ve ressamlarına mekân olmuş Montmartre köyü. Vincent van Gogh, Claude Monet, Pablo Picasso ve Salvador Dali’ye ilham veren Montmartre, bugün şehrin en yüksek tepesinde dünyanın her yerinden gelen kalabalık sanatseverleri ağırlıyor. Şehirden meşhur metro durağı Le Peletier ile ya da 40 nolu otobüsler ile bir zamanların sanatçı köyü olan, bugün Paris’in mahallesine dönüşen noktaya ulaşılıyor. Ancak tam o noktaya kadar otobüs ile gitmek yerine bir durak öncesinde, Abbesses’de inip dik merdivenlerle tırmanmak ve arada arkaya dönüp şehir manzarasını fotoğraflamak daha eğlenceli olabilir. Zira yukarıdaki birbirinden ünlü cafe ve restoranlarda oturmak için biraz yorulmak iyi gelecek.
Evet bugün meydanda sanatçılar bu mekanların ortasında sıkışıp kalmış, kalabalıklardan zor seçiliyor gibi görünseler de, resimler şüphesiz görülmeye değer. Ressamlar ile tanışıp, portreler yaptırıp, sohbet etmeye başladığımızda o ressamlar ile yolların İstanbul’da kesiştiğini öğrenmek, iki şehri bağlayan güzel sürprizlere denk gelmek ve Paris’te İstanbul’u konuşmak daha da bir güzel. Bu iki şehir adete birbirini kıskanan güzel iki kadın gibi, her zaman en beğenilen olmak için rekabet halinde. Acaba bu şehirlerin hangisi daha güzel? Ressamlardan Nicole Mathieu ve Cawian Mahmud ile bu soruyu bir sonuca bağlayamadan resimlerimizle vedalaştık. Resimler tabii ki Eyfel Kulesi’nin modern yorumlarıydı.
Eyfel Kulesi, yine kalabalık kuyrukların sonunda bir mükâfat gibi karşılayan, şehrin geniş, parfüm ve çikolata kokulu caddelerini bir de metrelerce yüksekten seyretmeye davet eden demirden şövalye. Kalabalık asansörler mi yoksa yüzlerce basamakla (tam olarak 674 basamak), rüzgârı hissederek maceralı bir tırmanış mı daha uygun olabilir? 312 metre olan Kulenin tamamı 1665 basamak, ancak sadece ikinci katına kadar yürüyerek çıkmaya izin veriliyor. Gündüz saatlerinde merdiven daha cazip bir seçenek olarak saklı kalsın, belki gece şehrin ışıklarını seyretmek için asansörle çıkmak zaman kazandırabilir. Kulenin şampanyalarını tatmak isteyenler için şüphesiz asansörle çıkmak da inmek de daha güvenilir.
Herkesin Paris’i kendine. Bazıları Şanzelize’de (Champs-Élysées) alışveriş etmek için, kimileri sonsuz aşkı bulmak için, kimileri de ressam van Gogh, yazar Colette ya da matematikçi ve fizikçi Jean Baptiste Joseph Fourier’nin ruhuna dokunmak için bu ölümsüz şehre koşuyor. Amaçlar değişse de Paris’i seçmek için sebep çok. Ya İstanbul Boğazı, bu seçimden sonra kıskançlık rüzgârları ve dev dalgalarla köpürmez mi?
Bir de dünyaca ünlü savaşlara neden olup efsanelerle günümüze kadar anlatılagelen, aşkına yenik düşen Paris var. Öyle ki, aşık olduğu Helen’i Yunan kralı kocasından kaçırıp ülkesi Truva’ya getirmekte beis görmeyen, sonunda bu aşkı canıyla ödeyen Paris. O da bir başka yazının konusu.
Notlar: Louvre Müzesi için internetten randevu almak gerekiyor, bir günü müzeye ayırmak isteyenler için sabah ilk randevu 09.00-09.30 uygun olabilir. Müze çarşamba ve cuma günleri 21.00’e kadar açık, diğer günlerde 09.00-17.30 arası.
Eyfel Kulesi’ni Alma Köprüsü, St George, Grand Palais, Concord Meydanı, Notre Dame çevreliyor, yürüyerek ya da bisikletler ile ulaşılabilir.
Paris’in ünlü damak kültürü kuruasanlar ve macaronlar ile pek çok seçenek sunuyor. Bunlar arasında Le Pain de Tharshan ile Montmartre’deki Kozy Cafe favorilerim oldu.
İstanbul’a göre küçük bir şehir olan Paris kendine özgü adresler içeriyor. Paris Üniversitesi Madam Curi Müzesi ile Shakespeare kitapçısı bu adreslerden. Ayrıca bir botanik bahçesini andıran ve sanatçılar mezarlığı olarak anılan, Le Pére Lachaise de ziyaretçilerin adresleri arasında.
Fotoğraflar: Olcay Uçak