GAR
(Selahattin Düzgün - Çanakkale Eğitim-Sen Eğitim Sekreteri)
Otobüsün soğuk camına yüzünü dayamış dışarıyı seyrediyordu. Şehirden henüz çıkmamıştı otobüs. Yollar sokak lambalarının ölgün sarısına kesmişti. Yolun kenarlarında yıkık evler, duvarlarda uzun namluların hatırası irili ufaklı delikler, bir an önce menzile varmak için acele eden kuşkucu insanlar ve yüzlerinde asılı kalmış öfke, çaresizlik, yılgınlık karışımı bir ifade.
Otobüs, tahrip olmuş asfaltta açılan çukurlara bata çıka, sarsıla sarsıla ilerliyor, şehir adım adım geride kalıyor. Yorgun, defalarca aldatılmış, şiddete uğramış yaşlı ve mağrur şehir...
Bir sene sonra avukat olacaktı. Her zaman sevimsiz bulduğu ve ne zaman gitse bir an önce içinde kaçma dürtüsü uyandıran otogarda sıkı sıkı sarıldığı sevgilisini içindeki huzursuzlukla baş başa bırakmıştı. Dönüşte onu annesiyle tanıştırmayı planlıyordu. Ama yoluna koyması gereken çok önemli bir mesele vardı Ankara`da. Sırt çantasında zeytin dalı, her ihtimale karşı bir şişe su ve birkaç limon.
Otobüs şehirden uzaklaşmıştı. Tek düze yolda ilerledikçe düşünceleri de uzaklaşıyordu. Şehrin tekinsiz atmosferi yerini yol kenarına serpiştirilmiş duygusu veren seyrek evlere, çok uzaklardaki pencerelerden sızan ve her an sönecekmiş gibi duran zayıf ışıklara bırakmıştı. Birden uykunun ağırlığı çöktü üstüne.
"....turizmin sevgili yolcuları."
Bu "kadim" anonsla irkilerek uyandı. Dışarıda otobüsün camlarını yıkamak için ellerinde hortum ve fırça, telaşla koşuşturan o tanıdık insanlar, otobüsten inmek için ağır ağır hareket eden yolcular ve yüzlerinde uyku izleri...
Sigarasından çektiği derin nefesler eşliğinde garsonun sormadan, alışkanlıkla bıraktığı soğumuş çayı yudumluyor, bir yandan da yarını düşünüyor. Ne hissettiğinden kendisi de emin değil. Ama galiba heyecan baskın çıkıyor içinde didişen duygulara.
"..turizmin sevgili yolcuları.." Yarım kalan üçüncü sigarasını ezercesine kül tablasına bastırdı. Otobüste orta sıralardaki koltuğuna yerleşti. Telefonunu cebinden çıkarıp saate baktı. Saat gece yarısını geçmiş ve 9 Ekim, 10 Ekim`e evrilmişti. Derin bir nefes aldı. Nedeninin kendisi de bilmiyordu. Yüzünü yine soğuk cama dayadı.
Zeytin dalını çantasını koyup yollara düşmesi ilk değildi aslında. Ama bu sefer daha bir umutluydu. Ülkenin her tarafından aynı istikamete doğru yol alan sayısız zeytin dalı devasa bir barış ormanına dönüşecekti sabahın şafağında. Ah bir de yanına limon almak zorunda kalmasa.
Yine ağırlaştı, düşünceleri yavaşladı, göz kapaklarının aşağı inme isteğine daha fazla direnemedi.
Otobüsün sarsıntısına eşlik eden tıslamasıyla uyandı. Ankara. Ve yine otogar. Bir an önce toparlanıp hiç sağına soluna bakmadan çantası sırtında, hızlı adımlarla yürüyerek kendini dışarı attı. Tam olarak ne yapacağına, nereye gideceğine karar veremeyen bir hali vardı. Hem Ankara`da olmanın heyecanı hem de koşturmanın etkisiyle kalbi daha hızlı atıyordu. Önünden geçen taksiye istemsizce el kaldırdı. Taksiye binince bunu yapmayı daha önce aklından geçirmediğini fark etti. Genelde planlı hareket ederdi çünkü. "Gar" dedi taksiciye.
Yol boyunca hiç konuşmadılar taksiciyle. Sanki "Gar" yeterince şey ifade ediyordu o gün Ankara`da. Daha fazlasına gerek yoktu. İnerken taksici ücreti söyledi. Heyecanın da verdiği telaşla taksiciye uzattı parayı. Yine hiç konuşmadı. Alana doğru yürüdükçe kalp atışları daha da hızlandı. Çantasını yokladı zeytin dalı yerinde mi diye. Polisleri görünce aklına biber gazı geldi, limonları yokladı. Onlar da yerindeydi. İyi bir panzehirdi. Deneyimlemişti daha önce Taksim`de. Etrafa bakındı, tanıdık yüzler aradı. Kalabalıktan halay çekenlerin gürültüleri geliyordu. Birkaç da cılız slogan. Alışıldık pankartlar, bayraklar, telsiz sesleri ve polis araçları...
Ve... yine alışıldık mahşeri bir ses. "Gar" demişti 10 Ekim sabahı Ankara`da taksiye binerken. Bu onun sesinin evrendeki son yankısıydı.